Festivallerin belki de en güzel yanı salonları dolduran ana akım sinemanın örneklerinden farklı işlerle bizi buluşturuyor olması. 50. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali de bu anlamda kısmen izleyicisini tatmin etti. Aysun Akıncı Yüksel

Kişisel olarak izlediğim filmler içinde Ramon Zürcher imzalı Alman yapımı Tuhaf Kedicik (Das Merkwürdige Katzchen) beni en çok etkileyen film oldu. Tuhaf Kedicik’i ise yine festivaller dışında salonlarda izleme şansına sahip olabileceğimiz konusunda ciddi şüphelerimin olduğu Dalgalanan Gökdelenler (Plynace Wiezowce, Yön. Tomasz Wasilewski) ve Mavi En Sıcak Renktir ( La Vie D’Adele, Yön. Abdellatif Kechiche) takip etti. Bu iki filmin de ortak noktası eşcinselliği anlatının merkezine taşımış olması.

 

Malumunuz ana akım sinema eşcinsel temsillere, yaşantılara ve anlatılara oldukça mesafeli. Eşcinsel temsilleri sinema tarihi boyunca sık sık karşımıza çıksa da bunlar daha çok komik bir öge ya da filme “renk katacak” fantezi bir dokunuş olarak yeniden ve yeniden üretildiler. Kuşkusuz ana akım sinemada tamamen eşcinsellik üzerine kurulu olan ve öne çıkan bazı filmler yok değil. Hatta bunlardan bazıları başta Akademi (Oscar) olmak üzere pek çok yarışmada, festivalde taçlandırıldı. 1993 yapımı Philadelphia, 1999 yapımı Boys Dont Cry, 2005 yapımı bol ödüllü Brokeback Mountain, yine bol ödüllü 2008 yapımı Milk hemen sıralayıvereceklerimiz. Bu filmlerin çekilmiş olmasını önemsemekle birlikte, özellikle Amerika Birleşik Devletleri gibi muhafazakar bir toplum yapısına sahip bir ülkede çıkan çatlak sesleri susturmak amaçlı olduğunu, bir anlamda sübap mekanizması gibi bir işleve sahip olduklarını, en iyi ihtimalle Boy Don’t Cry ve Milk gibi gerçek karakterlere dayanan filmler aracılığıyla günah çıkartıldığını düşünüyorum. Nitekim bu filmlerin çoğunda eşcinsellik bir mücadele alanı olarak öne çıkar. Alt metin olarak izleyiciye geçen ise çoğunluk “heteroseksüel erkekliğin egemen olduğu dünyada eşcinsellik başa gelebilecek en kötü şeydir” olur. Alttan alta işleyen bu mesaj yanlış olmasa da filmlerin yalnızca buna odaklanması erkek egemen, heteronormatif değerlerin yeniden üretilmesine yol açar. Bu konuda belki de en sıkıntılı örnek yönetmenliğini Jonathan Demme’in yaptığı Philadelphia’dır. Philadelphia, eşcinsellikle AIDS arasında kaçınılmaz olduğu düşünülen ilişkiyi öne çıkaran 80’ler ideolojisine isteyerek ya da istemeyerek hizmet eden bir filmdir. Üstelik Boys Don’t Cry’ı bir kenara bırakırsak bu filmlerin hepsi erkek eşcinselliğine odaklanmaktadır. Olasılıkla erkek egemen dünyanın erkek eşcinsellere davaya ihanet edenler gözüyle bakması nedeniyle böylesi bir eğilim öne çıkmaktadır. Başka deyişle, kadın hikayelerinden itinayla uzak duran ana akım sinemada kadın eşcinselliği de gözlerden uzak tutulur. Var olanlar da erkek fantezilerine hizmet etmek üzere üretilmiş, sinema salonlarında değil, DVD ya da belli siteler üzerinden izlenebilecek olan filmler olur çoğunluk. Bu arada değinmeden geçemeyeceğim; ABD yapımı iki televizyon dizisindeki kadın eşcinsel temsili oldukça cesur ve olumlu, ancak, kusursuz değil. Bunlardan ilki Grey’s Anatomy’de evli bir çift olan Dr. Callie Torres ve Dr. Arizona Robbins. Son bir kaç sezondur bu iki karakter aracılığıyla kadın eşcinselliği yaygın biçimde temsil ediliyor. Bir diğer örnek ise The Good Wife dizisindeki Kalinda Sharma karakteri. Kalinda hem erkeklerle ve hem de kadınlarla birlikte olan çok daha gizemli bir karakter ve The Good Wife da popüler bir televizyon dizisi olması nedeniyle geniş kitlelere ulaşıyor. Ne var ki değindiğim gibi bunlar da kusursuz temsiller değil. Dr. Callie Torres bir Latin, Kalinda da Hindu olması nedeniyle kadın eşcinselliği ve egzotizm arasında bir bağ kurulup, neredeyse gerçeklikten kopartılıyor. Hal böyle olunca festival programında yer alan Mavi En Sıcak Renktir gerek kadın eşcinselliğine odaklanması, gerekse egzotik ırki özelliklere sığınmaması nedeniyle kaçırılmayacak bir fırsat olarak belirdi .

 

Abdellatif Kechiche’nin yönettiği, Fransız yapımı Mavi En Sıcak Renktir’de lise ikinci sınıfta edebiyat eğitimi almakta olan Adèle (Adèle Exarchopoulos) sıradan bir ergen profili çizer. Kız arkadaşlarıyla birlikte takılan, akranı erkeklere ilgili, dağınık, sevimli bir genç kızdır Adèle. Üstelik üzerinde gezinen kameranın sık sık extreme close shotlarla bize kanıtladığı üzere arzu nesnesi olacak kadar doğal ve alımlıdır. Bir gün caddede karşıdan karşıya geçerken iki kadın sevgiliyle karşılaşır. Saçları maviye boyalı Emma (Léa Seydoux) ile göz göze gelir. Adèle’in gözlerinden hem merak duygusunu, hem heyecanı okumak olanaklıdır. Bu etkilenme onu da sersemletir. O dönemde karşı cinsten bir sevgilisi olmasına karşın kendini tatmin ederken hayalini Emma süsler. Bu noktada film eşcinsel sinemadan çok queer sinemanın bir örneği olmaya aday olduğunu hissettirir. Cinsel yönelim, cinsel kimlik o denli keskin hatlı, tanımlı bir şey değildir, der film bize. Geçişkenliğin, muğlaklığın, normatif değerlere ters düşmenin ilk izine tanık oluruz. Ne var ki, bu geçişkenlik daha çok ergen olma haliyle ilişkilendirilir. Mutlu olmadığını hisseden Adèle sevgilisinden ayrılır. Okulun merdivenlerinde birlikte oturduğu kız arkadaşı bir başka genç kızın kalçalarına bakıp överken ve Adèle’e ilk kadın öpücüğünü verirken Adèle hazzın kaynağının çeşitliliği ile tanışmış olur. Ancak bu deneyimin devamı gelmez. Bir gece eşcinsel arkadaşıyla gittiği bir gey barda Emma ile karşılaşması Adèle’in yaşamının kırılma noktası olur. Güzel sanatlar eğitimi almakta olan ve yaşça Adèle’den daha büyük olan Emma, aralarındaki çekime rağmen Adèle’den çok daha temkinli davranır. Kuşkusuz bu kolay ilerleyen bir ilişki değildir. Adèle’in Emma ile zaman geçiriyor olması özellikle kız arkadaşları arasında tepkiye yol açar. Hemen burada değinmeden geçemeyeceğim bir durum var, Emma karakteri ne yazık ki sık rastladığımız kimi klişelere dayanıyor. Emma’nın daha marjinal ve bohem bir hayat yaşaması, kendini bir dük olarak apaçık ortaya koyabilmesi sanki güzel sanatlar eğitimi almasının ve farklı çevrelerde bulunmasının kaçınılmaz bir sonucuymuş gibi sunuluyor filmde. En azından böyle bir çıkarsama yapmak kolaylaşıyor. Bu açıdan Adèle’in güzergahının ne olacağı daha çok merak uyandırıyor filmde.

 

Adèle ve Emma arasındaki tutku filmde uzunca bir sekansta tüm detaylarıyla veriliyor. Perdeden yansıyan erotizm sıradan izleyici için zorlayıcı olabilir. Yönetmen iki sevgilinin arasındaki çekimi, önü alınamaz arzuyu bu yolla aktarmayı yeğleyerek oldukça büyük bir risk almış. Zira bu sahneler kolaylıkla erkek fantezisine hizmet edebilir. Ancak bu sahneleri bir kenara bırakabilirsek film herhangi bir aşk hikayesinden farklı değil. Örneğin Adèle’in ailesine cinsel yönelimini nasıl açıkladığı filmin problemlerinden biri değil. Bu konuda bir çatışma görmüyoruz filmde. Filmik zamandaki bir atlamayla Adèle ve Emma’nın bir çift olarak yaşamlarını sürdürmekte olduğunu, sosyo kültürel ve ekonomik farklılıkları olan geçmişlerine rağmen aralarındaki aşkın devam ettiğini ve hatta Adèle’in Emma’nın çalışmalarının esin kaynağı olduğunu görüyoruz. Adèle Emma’ya göre daha gizli bir yaşam sürüyor. Zira bir çocuk yuvasında çalışması nedeniyle yürüttüğü ilişkinin bilinmesini istemediğini hissediyoruz. Emma’nın çevresiyle tanıştığı partide ise Adèle domestik tavırları ve entellektüel zayıflıklıklarıyla ayrıksı kalıyor o dünyada. Dolayısıyla aralarındaki çatışma, herhangi bir aşk filminde karşımıza çıkabilecek nedenlerden doğuyor. Araya bir de Adèle’in Emma’yı işyerindeki bir erkekle aldatması ve ayrılık, özlem, geri kazanma çabaları girdiğinde film “normalleşiyor”. Ve film Adèle’in bundan sonraki yaşamında partnerinin cinsiyetinin ne olacağı konusunda yarattığı muğlaklıkla yine queer sinema açısından iyi bir malzeme yaratarak sona eriyor.

 

Kuşkusuz Mavi En Sıcak Renktir bir baş yapıt değil. Ama dikkate değer bir örnek. Eşcinselliği anlatısına konu edinmiş filmlerin pek çoğunda, bu yönelimin değişmez bir yaşam biçimi olarak temsil edilmesi ya da eşcinselliğin romanstan uzak, yalnızca erotik bir malzemeye dönüştürülmesi ya da eşcinsel yönelimleri körüklediği varsayılan homososyal ortamlar sık rastladığımız klişeler. Bu filmde cinsel kimliklerin değişkenliği, hazzın kaynağındaki çeşitlilik ve aynı cinsten sevgililer arasındaki aşk olgusu, izleyicinin perspektifini genişletip, algısını esnetiyor. Adèle’in yaşamındaki evrilmeyi eşcinsel bir kadından çok, yoğun ve doygun bir ilişki yaşayan bir kadının öyküsü olarak izlemek hiç de zor değil. Ana akım sinema ve bu sinemanın izleyicisi bu tür temsillere hazır mı peki? Sanmıyorum. İki kadının aşkının dünyanın sonu olmadığını keşfetmek için mavi gibi diğer renklere de farklı gözlerle bakmayı öğrenmemiz gerekecek.

 

 

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.