Suskunlar dizisinde Takoz İrfan ile kazındı hafızamıza. Sonra Tepenin Ardı filminde çiftliğin kahyası ile gönlümüzü kazandı. Her oynadığı rolde şaheserler yaratıyor. İşte Mehmet Özgür’ün o beklenmedik dünyası…

Bu ülkenin öyle değerleri var ki nasıl ortaya çıkmıyorlar veya niye böyle geç keşfediliyorlar bilinmez. Mehmet Özgür benim için bu isimlerin başında geliyor. Onu ilk kez Tepenin Ardı’nda gördüm, sonra Bana Bir Soygun Yaz filminde hacı mafya reisi tiplemesiyle kahkahalarla güldüm. Bu kadar farklı iki karakteri başarıyla canlandırması beni şaşırttı. Bu adam nereden çıktı dedim, iyi ki de çıkmış. Ben fazla televizyon dizisi seyretmem, hadi açık söyleyeyim hiç seyretmem. Oyuncular ve yönetmenler ne kadar sinemada var olurlarsa benim için o kadar varlardır. Ama baktım Mehmet Özgür insanlar tarafından Takoz İrfan olarak tanınıyor. Yani televizyonda da çok başarılı. Konuştuk tabii ve gördük ki trajik anıları olan, değerli bir hayat hikayesi var. Herşey tecrübe ve kişilik. Bir oyuncu için doğru bir önerme Mehmet Özgür’ün hikayesi. Buyrun siz de ortak olun bu hikayeye.

Antalyalısınız, Antalya’da yaşıyorsunuz. İstanbul dışında oturmak oyunculuk açısından risk taşıyor mu? Bunun negatif bir etkisini yaşadınız mı?

Aslında negatif değil, pozitif etkisini yaşıyorum bana göre. Bilmiyorum başka arkadaşlarım farklı düşünüyorlar tabii, başka bir yerde oturunca sektöre uzak kalmış gibi hissediyorlar, gözden uzak olan gönülden de ırak olurmuş derler ya… Ama ben şöyle bakıyorum; Antalya benim dolduğum, beslendiğim bir yer. İstanbul’da tanımadığınız insanlarla olan ilişkileriniz biraz daha soğuk. Hiç tanımadığınız birine merhaba etme şansınız yok burada, ya da oturup biriyle sohbet etme şansınız çok az çünkü öyle bir şey gelişmiş, İstanbul’da art niyet beklentisi içindesiniz, siz de karşıdaki insanda hiç tanımıyorsanız. Ama Anadolu’da böyle değil, özellikle Antalya’da hiç değil. Dolayısıyla ben Antalya’da hiç tanımadığım bir adama merhaba edip oturup onunla dakikalarca sohbet edebiliyorum, havadan sudan bile olsa yapabiliyorum bunu çünkü öyle bir art niyet beklentisi yok. Mesela esnaf kapısını açar, bırakır gider; yandaki adama “Ben geliyorum. Bir bak on beş dakika” der ve gider. Oyunculukla ilgili gelişimimde bu tür ilişkilerin çok önemli olduğunu düşünüyorum ve konuştuğum, irtibat kurduğum herkesten bir şey kaptığımı hissediyorum. Benim cebimde biriktirdiklerim onlar ve Antalya bu anlamda bana çok yardımcı oluyor. Çok sıcak bir kent her anlamda; hem hava hem de insani ilişkiler olarak. Ben negatif bir etkisini görmedim bugüne kadar ve bundan sonra da hep böyle yaşamaya devam edeceğim, bir ayağım Antalya’da olacak.

İstanbul’da okudunuz…

İstanbul’da okumadım.

İstanbul Üniversitesi’nde tiyatro diye okudum internette…

Yok değil. Onlar hep yanlış bilgiler. Benimle ilgili internette, soyadım dahil çok yanlış bilgiler geziyor. İstanbul Üniversitesi mezunu olduğum konuşuluyor, Bulgaristan’da bir okul bitirdiğim konuşuluyor. Sinematürk’te ve diğer sinema sitelerinde farklı soyisimlerim var. Onları bir türlü düzeltemedim. İki sene falan mücadele ettim bununla. Baktım ki olmuyor, bıraktım ipin ucunu.

Peki o zaman sizden gerçekleri öğrenelim.

Ben 1970 Antalya Korkuteli doğumluyum. Tiyatroya Antalya Büyükşehir Belediye Tiyatrosu’nda başladım. Onun öncesinde bir iki yıl Antalya Halk Evleri var ama ciddi bir tiyatro serüvenim olmadı. Asıl başlangıcım Antalya Büyükşehir Belediye Tiyatrosu. Orada başladım, eğitimlerimi de orada aldım. Alaylıyım, herhangi bir konservatuar bitirmedim ama okumaya çok meraklı olduğum için dışarıdan şu anda üçüncü üniversitemi okuyorum. Ben daha önce ön lisansta iktisat ve halkla ilişkiler bitirdim, şimdi İşletme üçüncü sınıf öğrencisiyim. Bundan sonra felsefe ve hukuk…

Çok ilginç peki niye iktisat, işletme okudunuz; ne bileyim niye sosyoloji, felsefe, psikoloji gibi dalları tercih etmediniz?

Aynen. Ben aslında felsefeye çok hazır hissetmiyordum kendimi fakat işletme zekam, iktisat zekam hep vardı. Ailem ticaretle ilgilendiği için hep ticaretin içindeydim. Mesela muhasebe, iktisat, istatistiki dersler insanlara zor gelir ama bana hep kolay gelmiştir. Dolayısıyla kolay okuyabileceğim üniversitelerdi; felsefe ve sosyoloji çok istediğim ama kendimi hazır hissetmediğim, donanım elde edebileceğimi düşünmediğim bölümlerdi şimdi şimdi hayatla kavrulduktan sonra kendimi çok daha hazır hissediyorum. İşletmeden sonra felsefe ve sosyoloji sonra da hukuk okuyacağım.

Karakter oyuncusu olarak çok başarılısınız ama ilk kamera karşısına geçişiniz 2005, ilk sinema filminiz de 2006’da.

2006’da vizyon yaptı. “Sözün Bittiği Yer.”

Niye bu kadar geç? O dönem karakter oyuncularına ihtiyacı vardı Türk Sineması’nın.

Valla onu ben de hiç bilmiyorum. Birçok kişi “Sen neredeydin?” diyor. Çalıştığım her yönetmen “Sen bugüne kadar neredeydin?” diyor. Ben hep tiyatro yapıyordum, hep oyunculuk yapıyordum, başka iş yapmadım ve niye bu kadar geç kaldığını bilmiyorum. Belki de zamanı böyleydi, her şeyin bir zamanı olduğunu düşünüyorum. 2005’te Türk sinemasıyla tanıştığımda İsmail Güneş sayesinde ilk filmimde oynadım. Ben tiyatroda da bir gün şöhret olmak için değil bir gün oyunculuk adına çok iyi işler yapabilmek adına çalıştım. Bununla ilgili workshoplara, eğitimlere gittim. Dünyanın birçok yerinde, birçok hocayla çalıştım. Televizyonu düşünmüyordum. Sinemada ve tiyatroda çok iyi işlerde oynayayım dilerdim. Niye bu kadar geç kaldım çünkü ben hiç saldırmadım işin o tarafına. Bunlar biraz çevre işi, bir yerlerde birileriyle tanışmış olman lazım, bir menajerin olması lazım vesaire… Ben ilk menajerimle daha geçen sene çalışmaya başladım. “Sözün Bittiği Yer”den sonra. “Kollama”da oynamaya başladım. Dört sene öyle geçti zaten. Dört sene o kanalda oynadığın zaman zaten otomatikman sektörün dışında tutuluyorsun. İnsanlar seni o önyargıyla izliyorlar, gerçek kimliğini hiç merak etmiyorlar, oyunculuğuna sadece ekranda gördükleri kadarıyla bakıyorlar ve sen o zaman “Başka bir şey olsa da göstersem” derdine düşüyorsun. Ve şansa bekliyorsunuz. O şans da “Kollama”dan sonra “Tepenin Ardı” ve “Suskunlar” ile geldi. Gelmeseydi belki hala 5-10 sene daha bir yerlerde oturuyor olacaktım ya da ufak tefek işlerde oynuyor olacaktım.

Türk sinemasında bir kategorize etme durumu vardır. Çalışmalarınızda bunun sıkıntısını hiç yaşadınız mı?

Buna izin vermiyorum. “Suskunlar”dan sonra birçok teklifle karşılaştım mafya oynamak için ama kabul etmedim. Her şeyin karşılığının para olmadığını düşünüyorum. Evet belki o dönem o işlerden çok iyi para kazanabilirdim ama o zaman işte o kategorizasyonun içine girmiş olurdum. Eski karakter oyuncularının “Ben böyle bir şeyi de oynayabilirdim” dediklerini hep duyuyorum. Ben bunu istemedim ve bunun için de mücadele ettim. Hatta en son “Bana Bir Soygun Yaz”da yine mafya rolü gelmişti, “Tamam ben mafyayı oynayacağım ama başka türlü oynayacağım ve ben yazacağım ona göre oynayacağım” dedim. O bir şanstı mesela kabul ettiler ve başka bir şey oynadım orada. Bundan sonra da böyle olacak, yani hep bir kalıbın içerisinde kalmak istemiyorum. İstanbul’a ilk geldiğim yıllarda çok düşünme, kendi kuramım üstünde çalışma fırsatım oldu. “İstanbul’da bir şey yapmalıyım ki onlardan bir farkım olsun” dedim ve kendi kuramımı böyle geliştirdim. Tek rolün adamı olmak hiçbir zaman istemedim, tiyatroda da bana senelerce deli oynattılar. Öyle bir kadersizliğim var. 5-6 oyunda deli oynadım. Bir gün isyan ettim, Komşu Köyün Delisi’ni oynayacağız orada isyan ettim “Yeter ben oynamayacağım artık deliyi” dedim bayağı sert kavga ettik, yönetimle de yönetmenle de… Sinemada da öyle dizide de öyle artık. Bana biçilen rolden çok, hangi rolde benim faydam olabilir projede ona bakıyorum. Ve buna izin veren yönetmenlerle ve yapımcılarla çalışmayı tercih ediyorum. “Biz seni bunun için düşündük bunu oynayacaksan oyna oynamayacaksan oynama” diyenle çalışmam çünkü beni paraya ihtiyacım yok. Çok parayı seven bir adam değilim. Hayatımı da ona göre kurdum. Çok azla yetinebilen bir adamım öyle büyüdüm. Senaryoyu okuyorum hangi rolde benim faydam olabilir bu senaryoya küçük ya büyük, arkadan geçen bir adam da olabilir; onu teklif ediyorum.

İki tür oyuncu var, biri oyunculuğunu yapar dediğiniz olaylarla fazla ilgilenmez, oyunculuğunun üstüne gider yoluna devam eder; ama biri vardır sizin düşündüklerinizi düşünür. Bu oyuncuların da eninde sonunda yolu senaristliğe, belki de yönetmenliğe çıkar. Sizin şu an kamera arkasıyla ilişkiniz nedir?

Ben haddimi biliyorum; tiyatroda da ilk oyunumu 10 yıl sonra yönettim, bir çocuk oyunuydu ve onu da ürkerek yönettim. Çünkü oyunculuk başka bir şey, yönetmenlik başka bir şey. Bunu sinemada ve dizide düşündüğüm zaman çok daha başka bir şey, o anlamda haddimi biliyorum. Kamera arkasıyla ilgili planlarım var, kendi hikayelerim var kendi yazdığım denediğim şeyler var ama senaristlik olabilir mi, yönetmenlik olabilir mi? Yıllar sonra olabilir ama şu anda değil, bunun için görünürde bir 15 yıl var en az. Çünkü ben o kameranın arkasına geçtiğim zaman başta ustalara, sonra kendime, kameranın önündeki oyuncu arkadaşlarıma saygısızlık etmiş olurum. O kadar basit görmüyorum, o bir başka bir dünya. Biraz önce dedin ya iki ayrı oyuncu var diye; ben oyunculuğu dert edinenlerdenim, meslek olarak görmüyorum, acaba bu kuyunun dibi nereye çıkıyor onun derdindeyim, sürekli eşeliyorum, sürekli iniyorum sonu yok. Kendimle ilgili bir dert olduğu kadar benden sonrakilere de bırakabileceğim bir dert. Evet birçok kuram var, kuramlara yönelebilir oyuncular; ama bir şeyi atlamamaları gerekiyor bence kuram aynı parmak izimiz gibi her insanda farklı olan duygulardan çıkan, onun tekniğe dönüştürülmüş hali. Hepimizin duyguları farklı olduğuna göre hepimizin kuramı da farklı olmalı, ana kuramlardan etkilenebiliriz ama asıl kuramı kendi duygularımıza göre kurmalıyız.

Bu söylediklerinizden de anlaşılıyor ki kendini tanıyarak, olgunlaşarak bir yol tutturan oyuncusunuz. Özellikle bu tür oyuncular için çocuk ve ailenin bambaşka katkıları vardır, çocuğunuz olduğunu biliyorum. Nasıl etkiledi sizi?

Benim çocuk mevzum çok karışık. Beni hayatta asıl pişiren nokta çocuk konusudur. Bunu birkaç yerde, haberlerde, internette gezmişseniz belki görmüşsünüzdür. Ben 2005 yılında bir oğlumu kaybettim, vefat etti ona gelinceye kadar da altı tane düşük vardı o yedinciydi. Bu oğlum eşimin sekizinci gebeliği ve eşim bu oğlumu yaklaşık sekiz ay Hacettepe Üniversitesi’nin bir odasında tabiri caizse karantina altında yatarak dünyaya getirdi. Dolayısıyla biz 96’da evlendik 96’dan 2008’e kadar yaklaşık 12 yıl çocukla ilgili mücadele verdik. Hatta “Sözün Bittiği Yer”in şöyle ilginç bir tarafı vardır, senaryosu bana geldiğinde ben oğlumu kaybedeli bir ay olmuştu ve ben senaryoyu okudum filmi biliyorsunuz, o film benim hayat hikayem ama İsmail Güneş bunu bilmeden yazmış. Ben okuyunca şok oldum çünkü her şeyiyle aynıydı, bindiği arabaya kadar aynıydı. Oğlu hastanedeyken verdiği mücadeleye kadar aynıydı. İsmail Abi’yi aradım dedim ki “Ben bu filmde tabii ki olmak isterim sen hangi rolü uygun görürsen.” Çok küçük bir roldü orada bana biçtiği, arkadan yürüyen bir adamdım. Söylemedim hiç ona, “Bu benim hayat hikayem” demedim. Ondan sonra bir daha görüştük rol biraz daha büyüdü, bir daha görüştük biraz daha büyüdü. Son görüşmemizde bana “Başrolü oynar mısın” dedi hayatımda film yapmamışım ben. Oynarsın dedi daha önce bir şov programım vardı oradan beni izliyordu sürekli. Sonra ben de “Bana destek olursan gayret ederim” dedim ama yine söylemedim bunun benim hayat hikayem olduğunu. Çünkü oradaki duygular benim yaşadığım şeylerdi, benim bildiğim duygular yeniden bir çalışma yapmama gerek yok. Sonra başladık filme. Çektik, bitirdik, vizyona girdi. Ben yine bir şey söylemedim. Sonra Kıbrıs’ta bir galaya gittik. Galada bir çay bahçesinde oturdum İsmail Abi’yle başbaşa. Anlattım her şeyi söyledim şok oldu, ağladı. “Niye bunu bana söylemedin?” dedi. “Söyleseydin ne ben bunu oynayabilirdim ne sen bu filmi çekebilirdin. O yüzden hiç sana bahsetmedim” dedim. Oradan şuna geleceğim işte çocuk hikayesi beni hayatta biraz fazla pişirdi. Benim tarzımdaki oyuncular için ailenin ve çocuğun çok önemli, çok besleyici olduğunu düşünüyorum. Sahne kadar besleyici bana göre çünkü ben oğlumdan da ve oğluma gelene kadar olan süreçten oyunculuk adına ve insanlık adına çok şey öğrendim. Dolayısıyla birçok oyuncunun aslında yabancı olduğu ve oynamakta zorlanacağı duyguları ben zaten biliyorum şu an. Ben mesela ağlarken asla katkı maddesi kullanmam; çünkü çok anım var benim ağlayabilmeme destek olacak. Mesela “Sözün Bittiği Yer”in final sahnesini jimmy jib operatörü yüzünden 18 tekrarla çektim. 18 tekrarın 18’inde de ağladım çünkü malzemem çok. O süreç benim için çok eğitici bir süreç oldu. Konservatif eğitimden belki üç kat daha etkili benim için bu süreç.

Komedide seyrettik, dramda seyrettik sizi, anladığım kadarıyla bundan sonra da farklı türlerde seyredeceğiz.

Ama uzmanlığım komedi onu da araya sokayım

Peki niye komedi?

Yıllardır komedi oynadım, komedide çok iyiyim. Kendimi övmek gibi algılamayın ama komedinin her yerini biliyorum, bir adamı sahnede nasıl güldüreceğimi çok iyi bilirim. Dört sene talk show programı yaptım, espri timing’ini çok iyi bilirim. Kapalı gişe oynardım Antalya’da. Çok insan vardır yere düşürdüğüm gülmekten ama kamera karşısında denk gelmiyor, kimse oynatmıyor beni. Komedide beynimdekileri daha iyi aktarıyorum. “Suskunlar”da keşfettim, psikopat bir adamla çok şey anlatabileceğimi hiç düşünmemiştim. “Takoz İrfan” ile çok şey keşfettim oyunculuk adına. Her oyunda bir şey denerim ama seyirci bunu hissetmez, partnerim de hissetmez. “Bak bu timing burada olmadı, bu bir tık önceydi, bir tık sonraydı” gibi bir sürü denemem olur. Akşam eve gelince not alırım.

Son dönemlerde proje yoğunluğunuz vardı. Şu an karşımızda ne var? Televizyon dizisi, sinema olarak yeni bir proje var mı?

Var, Tims’in işi yine, Çalıkuşu’nda bu sefer iyi adamı oynayacağım, yıllar sonra. Üç bölüm okudum, üç bölüm içerisinde deli tarafı var adamın, hafif parladığı tarafları var ama hakikaten iyi bir insan. Böyle adamlar kaldı mı diyebileceğimiz adamlardan biri. Özlemiştim de öyle bir adam oynamayı. Çok enteresan da bir Çalıkuşu olacağa benziyor. Çok klasik bir Çalıkuşu gibi durmuyor. Bir tane dizi var o başlayacak, onun dışında sinemayla ilgili çekilmesi planlanan “Çekmeköy Underground” diye bir arthaus bir iş var. Çok sevdim onun da senaryosunu. O işlerden pek para kazanamıyoruz ama sinemaya canım feda, parası hiç önemli değil. Öyle senaryolar az geliyor çünkü oyuncuya. Emin’in (Alper) bir işi var yine. Okudum, döndüm başa bir daha okudum keyiften, çok güzel bir senaryo. Bir de “Bana Bir Soygun Yaz”daki Hacamat karakteri var biliyorsun. Hacamat’a seri düşünüyoruz aynı yapımcıyla ama başka bir ekiple yapacağız. Şu anda hikayesi falan yazılıyor. Bir dizi var ama o dizinin supervisor’lığını yapacağım gibi duruyor, bir komedi işi sitcom. Hayata geçirebilirsek çok güzel bir senaryo o da. Bugüne kadar Türkiye’de yazılmış en iyi sitcom. Hem cast’ıyla ilgileneceğim hem de oyunculuk anlamında bir supervisorluk yapacağım.

Sinema dünyasına katıldınız, sinemanın bir entelektüel sınıfı var, yönetmenler, senaristler, oyuncular, sinema yazarları, bunların hepsini içine katıyorum. Bu entelektüel sınıfın sizi en fazla rahatsız eden yönü neydi?

Rahatsız eden demeyeyim de sinemaya karşı bir kayıp diyebileceğim bir şey var. Kendi etraflarında ördükleri dairenin dışına çıkmıyorlar. Anadolu’da o kadar iyi oyuncular var ki. Ben oyunculuk tarafından bakıyorum. Bütün dünyalarını burada kurmuşlar. Hani diyorsun ya “Bunca zaman neredeydin?” Oradaki adamları da bulup getirmenin peşindeyim. Bu entelektüel çevre bir çember örmüş, o çemberin dışına bir türlü çıkmıyorlar. İçeri girecek olana da “Bir dur bakalım. Kimsin, nesin” diyorlar. Halbuki daha kucaklayıcı olsa sinema fayda görecek bundan. Evet kafalarını çok seviyorum ama mesela sen de gittin bir sürü festivale, bir sürü festivalde de beraberdik, bir avuç insan bir şeyler yapmaya çalışıyor. Bunu büyütmenin hiç kimseye zararı yok. Yeni oyuncular bulalım, ben isterim ki mesela bir yönetmenin, Nuri Abi’nin boşluklarında Anadolu’da gidip tiyatro izlemesini isterim. Fatih Terim, nasıl Fatih Terim oldu; bütün Anadolu’yu gezdi çok iyi futbolcular buldu. Aldı getirdi ve o adamlar Fatih Terim’i Fatih Terim yaptı. Hala futbol sektörü öyle, bütün Anadolu’ya gidip izliyor insanlar. Bizim bu eksiğimiz var; menajerlerimizde de var, cast direktörlerimizde de var, bunu sadece oyuncu anlamında söylemiyorum mekan anlamında da söylüyorum. Anadolu’da o kadar çok film çekilmesi gereken yer var ki ve aç insanlar, “Biri gelse de burada bir şey yapsa” diyorlar. Yok, her şeyi İstanbul’da kurmuşuz, bütün üssü ve buradan yönetmeye çalışıyoruz, öyle bir şey yok. Benim şimdi kendi cast listem var. Anadolu’ya gittiğimde mutlaka tiyatro izlerim varsa ve çocuklarla oturur konuşurum, fotoğraflarını çekerim, bilgilerini alırım, koyarım çantama. Onlarca oyuncu var bu çantada. Berlin’de bir projede bir çocukla bir sahnede oynadım sadece, bir sahne. Ve çocuktaki oyunculuk o kadar fazla ki dedim ki bu çocuk beş yıl içinde Almanya’da patlayacak ve ben bu çocuğu aldım geldim, çocuk geçen ay Cannes’da kırmızı halıda yürüdü. O çocuk Fransızlarla gitti Irak’ta bir filmde oynadı şimdi Fatih Akın’la bir filmde oynayacak. Ben bu tür insanları buluyorum çünkü bu borcum onlara. Çünkü ben buraya geldiğimde en çok zorlandığım şeydi, kimse beni tutup getirmedi. Bir tek İsmail Güneş beni cesaretle kameranın önüne koydu, bunu hiçbir yapımcı, hiçbir yönetmen yapamaz. No name bir adamı getirip koyacak, filmine başrolü verecek; yapamaz ama yapmalı. Türk sinemasının en büyük eksiği bence bu. Kütahya’da Keşanlı Ali’yi izledim. Keşanlı Ali’de Gülriz Sururi’nin gençliği ve on kat yeteneklisini izledim. Bu kız yok şimdi İstanbul piyasasında, sinema bu kızı bilmiyor. Diyarbakır’da, Zonguldak’ta çocuklar var inanamazsın. Bir oyunda izledim çocuğu böyle bir şey yok, Jim Carrey’i getirmişsin koymuşsun. İnanılmaz yetenekli ve bu çocuklar kayıp. Bu çocuklar konservatuar okuyamıyorlar, bu çocuklar İstanbul piyasasıyla tanışamıyorlar, kaybolup gidiyorlar. Ben bunların hepsini topladım. Bahsettiğim diziye de dedim ki “Supervisor’lığı istiyorum ama bir şartla, benim çantamdaki çocukları oynatacaksınız ve patlayacaklar.”

 

1967 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyal Antropoloji Bölümü'nü bitirdi. Erol Simavi Vakfı Gazetecilik Bursu'nu kazanıp iki yıllık eğitimden sonra Hürriyet Gazetesi'nde istihbarat muhabiri olarak mesleğe başladı. 1992 yılında Hürriyet Yazıişleri'ne geçti. 1993'te Spor Gazetesi'ni kuran grupta yer aldı. 1996'da Hürriyet Yazıişleri'ne döndü. 1999'da Star Gazetesi kuruluşunda bulunmak için Hürriyet'ten ayrıldı. 2000-2001 yıllarında Almanya'da Star Gazetesi'ni çıkaran grupta Yazıişleri Müdürlüğü yaptı. 2002'de Türkiye'ye dönüp Star Grubu'na bağlı olan ve yeniden yayımlanan Hayat Dergisi'nde görev aldı. Hayat Dergisi'nde ve Star Gazetesi'nde sinema eleştirmenliği yaptı. 2004 yılında Star Gazetesi Yazıişleri Koordinatörlüğü görevine getirildi. Halen Star Gazetesi İnternet Yayın Müdürlüğü ve sinema eleştirmenliğini sürdürmektedir. Star Gazetesi, Kral Müzik Dergisi ve internette çıkardığı Cinedergi'de sinema yazıları yayımlanmaktadır. 2007 yılında "Türk Sineması'nı Yönetenler" adlı yönetmenlerle yaptığı röportajları kapsayan bir kitap çıkardı.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.