Uluslararası Suç Ve Ceza Film Festivali’nin bu yılki konusu Suça Sürüklenen Çocuklar. Festivalin yönetim kurulu üyesi Psikanalist Prof. Dr. Bengi Semerci ile sinemanın çocuk üzerindeki etkisini konuştuk.

Suç Ve Ceza fil festivalinin yönetim kurulu üyesi Prof. Dr. Bengi Semerci ile sinemanın çocuklar üzerine etkisini konuştuk. Semerci filmlerde artık 30 kişi ölmeden film bitmiyor dedi ve ekledi “Bu da çocuğa Ne kadar çok adam öldürürsem o kadar değerli, kıymetli, saygı gören, yüksekte biri olurum hissi veriyor”. Yeşilçam filmlerinin bu anlamda çok daha doğru bir içeriğe sahip olduğunu söyleyen Semerci özellikle günümüzün komedi filmlerinin çocuk filmi olarak algılanmasından şikayetçi. Semerci “Recep İvedik’in yapımcısıyla tartıştığımda ‘Ben çocuğuma seyrettiriyorum, bu çocuk filmidir’ diye benimle tartıştı televizyonda. O zaman orada durmak zorunda. O zaman sansür isterim. Onun çocuğunu korumak da benim görevim o koruyamıyorsa. Komedi filmi çocuk filmi demek değildir” diyerek itirazını belirtiyor. İşte çok düşünülmesi gereken bir röportaj…

Festival, Başkanımızın hem Türkiye hem dünya için çok önemli, çok tartışılması gereken konularda yapılan birçok akademik toplantı ve çalışmanın, akademisyenlerin kendi aralarında kaldığı, aslında toplum, devlet ve sivil toplum örgütleriyle paylaşılması gereken şeylerin paylaşılamadığı düşüncesiyle başladı. Biz bu çalışmaları bir sanatsal bir etkinlikle birleştirip hem de topluma daha fazla yansıtabilen, hem toplumla bütünleşebilen, aslında toplumun görüşlerini de yansıtan bir sanat dalı bulalım dedik. Buna en uygun sinema sanatı geldi. Hem topluma ulaşması açısından hem de filmlerin konularıyla, yapılarıyla, dönemsel özellikleriyle o toplum içinde yaşanan şeyleri yansıtması nedeniyle. Öyle bir görüşle başladık ve akademik bir toplantıyla bir film festivalini iç içe yapmayı, böylelikle hem sanat dünyasını soğuk bulunan akademi grubuyla aynı masaya oturtup, aynı konuları farklı açılardan tartışmayı planladık. 2011 yılında birincisini yaptık. Temel olarak İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi tarafından düzenlendiği için de “Suç ve Ceza” oldu, ki hayatımızın çok büyük bir kısmı suç ve ceza kavramlarıyla geçiyor. Yasal suç ve cezalar olması gerekmiyor günümüzde önemli bir kavram sonuçta, çocukluğumuzdan itibaren önemli bir kavram. Akademik bir kaygıyla bir film festivalini, ya da akademik bir sanat etkinliğini bu kadar iç içe sokan, dünyada bir ilk.

Biraz da festivalin amacı tartışma oluşturmak ya da tartışmalara ışık tutmak buraya dönmek istiyorum. Bugünkü konunuz çok önemli. Öncellikle dikkatimi çeken şey “Sinemanın çocuk psikolojisi üzerinde etkisi”. Çocuğu suça itiyor mu, itmiyor mu, bu çok tartışılan bir şey. Sinema kendi kendine bir takım önlemler alıyor, yaş sınırlaması da var. Bu alınan önlemler sizce gerçekten etkili mi?

Şimdi şiddete meyili olmayan hiç kimseyi, hiç kimse şiddete meyilli hale getiremez. Ama bazı yaş gruplarının etkilenme düzeyi, gerçeği ve gerçek olmayanı, hayali ve hayattaki yaşananı ayırt etmeleri bunlar her zaman farklıdır. Çocuk dediğimiz şey çok geniş, 0 yaştan 18 yaşa kadar bir dönemden bahsediyoruz. Beynin ve toplumsal yaşamın sürekli değişim gösterdiği bir dönemden bahsediyoruz. Sizin sinemada gösterdiğiniz bir cinayet ya da sadistçe bir şeyi, 10 yaşındaki birinin algılamasıyla, 30 yaşındaki bir erişkinin algılaması çok farklıdır. Belli bir yaş grubundan sonra tabii ki patolojisi olan, gerçekten problemi olan kişileri de olumsuz etkiler. Ama yaş grubuna özgü özellikler olarak farklı etkileme şekilleri var. Bu tartışma konusu değil, bu bütün dünyanın kabul ettiği bir konu. Burada sorun hangi yaş grubuna neyi izlettirmemiz gerektiği konusu. Biliyorsunuz akıllı işaretler var ama siz onlara uyulduğunu görüyor musunuz? “Postacı Kapıyı İki Kere Çalar” filmi 7 yaş üstü kabul ediliyorsa demek ki uygulanmıyor demektir. Ya da sinemaya gittiğinizde ben çok sık rastlıyorum, hatta birisi bir gün beni dövecek diye korkuyorum çünkü müdahale ediyorum, üstünde yazıyor ama aile almış 5 yaşında çocuğu sokmuş oraya; şiddet, seks ya da gerçekten o yaş grubunun olumsuz algılayacağı bir şey, bunlara dikkat etmemiz gerekiyor. Her şey sinemada yapılmaz diye bir şey yok ama hangi yaş grubuna hitap ettiğiniz önemli. Bir de sinemada altyazılar var her şeyde olduğu gibi biz kötüyü gösterirken kötüyü övüp övmediğimiz, yüceltip yüceltmediğimiz de önemli. Sinema sadece çiçekler, kuşlar, kelebekler, böcekler göstermeyecek ama benim sevdiğim örnektir benim çocukluğumda en şiddetli sayılan filmler kovboy filmleriydi. Şimdi o filmleri izliyorum arada bir kişi ölüyor, iki kişi ölüyor, çok adamın öldüğü kovboy filmi çok az. Ve hep iyiler kazanıyor. Ölenler kötü ve iyiler asla bilerek, isteyerek öldürmek amaçlı öldürmüyor. Bir haklı gerekçe bulunuyor. Dolayısıyla çocuk kafanda durup dururken insan öldürülemeyeceği gibi bir şey yavaş yavaş yerleşiyor. Şimdiki kahramanlara bakıyorsunuz 30 kişinin ölmediği film filmden sayılmıyor. Ve kahraman öldürüyor ve sürekli yüceltiliyor. Öldürdüğü oranda kahraman oluyor ve amaç kayboluyor. Dolayısıyla bu 10 yaşındaki bir çocuk için şu demektir, “Ne kadar çok adam öldürürsem o kadar değerli, kıymetli, saygı gören, yüksekte biri olurum. Bu yanlış bir şey.

Sizin söylediklerinizden yola çıkarak sinemayla çocuk arasındaki ilişkiyi daha çok seyretme yaşıyla düzenleyebileceğinizi görüyoruz fakat şöyle bir tezat var, sinema sonuçta hayatın aynasıdır ve sinema yaratıcılarının hayattaki bütün çirkinlikleri filmlerinde işleyebilme özgürlüğüne sahip olmaları lazım. Sizin söylediğiniz şekilde olduğu zaman zaten bir problem yok. Yaratıcılarla ilgili değil, tüketimle ilgili bir problemden bahsediyorsunuz. Fakat Türkiye’de işler öyle yürümüyor. Sonuçta Kültür Bakanlığı’nın araştırmaları, Kültür Bakanlığı’nın desteği, senaryo denetlemesi, sansür diyeceğimiz kadar önlemler var. Ve bu önlemlerin sebepleri de çocuk izleyicilere dayandırılıyor. Burada bir iki yüzlülük söz konusu değil mi?

Sinema başka bir şey. Sinema salona gidip para verilip izlenen bir şey, orada yaratıcının dürüstlüğü şuradan kaynaklanmalı, “Ben bu filmi bu yaş grubu için seçtim”. Biz bazı çok gündeme oturan filmler nedeniyle çeşitli yapımcı ve yönetmenlerle de tartıştık bunu. Maalesef, birçok yapımcı şuradan başlıyor tartışmaya “Hayır bunun çocuklara bir zararı yok”. Oradan tartışmaya başladığı zaman otomatik olarak kaybetmek zorunda. Bana dese ki “Haklısınız ben bunu zaten çocuklar için çekmedim, bu erişkin filmi.” Hayır o gişede daha çok iş yapabilmek için küfürbaz, kötü, iyi bir özdeşim modeli olmayan kahramanı neredeyse çocuk filmiymiş gibi sunuyor. Kendinizi denetleyemiyorsanız, başkaları gelir sizi denetler. Önce kendinizi denetlemeyi bileceksiniz. Tartışmaya yanlış yerden giriyorlar, o önemli. Mesela Amerikalı yönetmenler bunu çok iyi öğrendi çünkü öyle bir sivil toplum baskısı var ki biliyorlar filmlerinin ve daha sonraki filmlerinin aileler tarafından protesto edileceğini. Herkes denetlemeye kendinden başlamalı. Sinemayla televizyonda oynayacak şeyi de ayırt etmemiz gerekiyor. Çünkü sinema para vererek gidip dışarıda seçtiğiniz bir şeydir. Televizyon sizin evinizin içindedir.

Ama bütün sinema filmleri sonunda televizyonda gösterilir.

Denetlenmesi daha zor bir şeydir. Ücretsizdir. Her türlü sosyo-kültürel durumdaki insanın evine girer, dolayısıyla onun denetimi gerekiyor. Çünkü bizim maalesef o kadar eğitimli bir halk kitlemiz yok. Bizim okur yazar oranımız belli, şu belli bu belli. Çocuklara zararlı mı, zararsız mı tartışmalarında, panellerinde bir de RTÜK temsilcisi olur. Ben hep en sonunda ailelere “Lütfen aynaya bakın ve yüzleşin” diyorum. Çünkü şöyle bir şey yapıyor aileler, ben “Çocuğu şöyle korumanız lazım” diye anlattığım zaman kendilerine göre verildiği için mıy mıy yapıyorlar kelimenin tam anlamıyla. RTÜK temsilcisi de konuşurken başlıyorlar, “Şunu da yasaklamanız lazım, bunu da yasaklamanız lazım” diye. Sonra da sansür diyorlar. “Hep başkası kontrol etsin, ben yapmayayım” bu kolay bir yöntem. Bundan vazgeçmediğimiz sürece de birileri isteğimiz dışında her alanda çok fazla kontrol edebilir. Kendimiz kontrol edemezsek.

Bu konuştuğumuz konu aslında kültürel rengi de çok ortaya çıkartıyor. Sonuçta Amerika’da üretilen neredeyse bütün filmler, bir şekilde Türkiye’de de seyrediliyor, televizyonda gösteriliyor, internetten izleniyor. Aynı etki bizde de var. Ama dediğiniz gibi Amerika’daki yansımaları tam olarak Türkiye’de yaşanmıyor. Amerika’da çok büyük dezenformasyon var ve gerçekten birçok cinayet görüyoruz, toplu katliam görüyoruz… Türkiye’de tam olarak bu şekilde yansımamasının sizce sebebi ne? Biz doğru bir şey mi yapıyoruz yoksa bizim kültürel farklılığımızdan mı kaynaklanıyor.

Bir kere oradaki şeyi uygulamanız için aynı iklime sahip olmanız lazım. Uygulanabilecek şeyler var, uygulanamayacak şeyler var. Uygulandığı zaman başka yerde çok doğal olup da sizde çok tuhaf olacak şeyler var. Biz daha çok etkileniyoruz. Oradaki katliamlar vesaire, çok bireysel patolojilerle ilgili ama çekilen filmler o katliamları övmüyor. O filmden çıkarken şu hissi yaşamıyorsunuz, “Bu kadar eziyet çekmiş, bu çocuğun da hakkıymış bunu yapmak.” Benim söylemeye çalıştığım o gerçeği gösterdiğiniz zaman onun her yönünü göstermeniz lazım. O zaman insanların seçim hakları olur. O zaman sadece sorunu olanlar olumsuz etkilenir ama akli dengesi yerinde makul, mantıklı insanlar da çıkarılacak sonucu çıkarır. Siz şiddeti “Bak ne kadar güzel, nasıl muhteşem” diye verirseniz kendisine özdeşim modeli arayan birisini için de, ister çocuk olsun ister erişkin olsun, o sarılacak bir dal olur. Onun için biz aslında çok farklı değiliz ama doğal olarak bizim kültürel özelliklerimize göre bizim özdeşim kurmaya çalıştığımız kahramanlar farklı çünkü öbür kahramanlar burada çok da iş yapacak durumda değiller. Genel olarak filmlerin, sinemaların toplumsal yapıyı etkilemekte önemi var bu kabul edilen bir şey. Hani hep şey savunmamız vardır ya “Bizim kültürümüze uygun değil” diye. Kültür ölü bir şey değil, yani bir yerin bir kültürü olup da kalan bir şey değil. Kültür değişen ve gelişen bir şey. Bu gelişim ve değişime televizyonun, görsel şeylerin de katkısı var. Bu katkıyı olumlu mu koyacağız, olumsuz mu koyacağız o bizim seçeceğimiz bir şey. Ne onlar bizim kültürümüzü tamamen değiştirebilir, o zaman zaten bir kültürden bahsedilmez o kadar kolaysa, ama yavaş yavaş bir takım şeyleri bir sonraki nesile daha normalize ederek gider. Çok iyi bir örnektir aldatmayı eğer çok normalize hale getirirseniz, devamlı filmlerde gösterirseniz, bir sonraki jenerasyonda artık bu normalleşebilir. Şiddet de böyledir. Kendini savunmak için yapabilirsin, iyi amaçlarla yapabilirsin, inandığın şey uğruna yapabilirsin… Bir sonraki kuşak artık bunu normal kabul etmeye başlar, doğal bir şey olmaya başlar. Ya da tam tersini yapabilirsiniz, aldatma örneğine dönersek bizim ülkemizde olduğu gibi; aldatanı vurabilirsin, öldürebilirsin, her şeyi yapmak hakkındır, dolayısıyla da senin kültürün o olmaya başlar. Neyi normalize ettiğiniz çok önemli. Çocuk suçluluğu konusunda son iki, üç ay içinde 300 küsur film izledim. Hangi sinema nasıl bakıyor? Tabii ki Şili’den gelen, Türki Cumhuriyetlerden gelen, Kanada’dan gelen bir filmi izlerken o kültürel farklılıkları görüyorsunuz. Neyin suç olduğu, neyin olmadığı gibi. Ama söyleyiş tarzları farklı, yaşam tarzları farklı. Sonuçta genel bakış açısı önemli. Suça ne neden oluyor? Ne yapılırsa geçiyor? Hangi kültürde olursanız olun mutlak doğru olan şeyler var. O mutlak doğruları kendi kültürünüze uygun şekilde yapıyorsunuz.

Türk Sineması’nda komedi türü çok önemli ve en çok tüketilen tür. Özellikle yaş meselesi girdiği zaman çocukların, gençlerin, genelde tüm halkın tükettiği bir tür. Eskiye baktığımız zaman Yeşilçam Sineması’na sonlarına doğru Kemal Sunallar, Hababam Sınıflarına baktığımız zaman bunlarda küfür görüyoruz. Ve çok tüketiliyorlardı. Şu an ise Cem Yılmaz, Şahan Gökbakar bu türde film üretiyorlar ve genel irtibatıyla en fazla eleştiri küfürden dolayı geliyor. Komedi içindeki küfür kullanımı bir çocuğu etkiler mi, küfürbaz yapar mı?

Etkiler tabii, çok sempatik birinden küfür duyuyorsunuz. Bakın bizim kültürümüzde biliyorsunuz çok önemlidir. Konuşmaya başlayan erkek çocuklarına amcalar, komşular küfür ettirirler, övgü verirler ve hediye verirler. Çocuk aslında ne anlama geldiğini bilmediği bir kelimeyi başlar tekrarlamaya. “Ben bunu söylediğimde herkes beni seviyor, herkes benimle ilgileniyor” der. Sonra o para, hediye veren amca “Ne biçim konuşuyorsun sen!” diye dövmeye başlarlar. Çocuk için müthiş bir ikilemdir bu. “Üç güne kadar siz söyleyeyim diye yalvarıyordunuz, şimdi ne oldu?” diye. Dolayısıyla siz sevimli, övgülü bir şekilde yanlış bir şeyi verirseniz, orada problem var. Kaldı ki komedi filmi demek, çocuk filmi demek değildir. Kemal Sunal filmleri çocuk filmi değildir ki. Çocuklar için çekilmiş de değildir. Cem Yılmaz da gösterilerini çocuklar için yapmıyor, erişkinler için yapıyor. Ben Cem Yılmaz’ın çektiği filmlerin de çocuklar için olduğunu sanmıyorum. “Recep İvedik” de, ben onun yapımcısıyla tartıştığımda “Ben çocuğuma seyrettiriyorum, bu çocuk filmidir” diye benimle tartıştı televizyonda. O zaman orada durmak zorunda. O zaman sansür isterim. Onun çocuğunu korumak da benim görevim o koruyamıyorsa. Komedi filmi çocuk filmi demek değildir. Herkes diyor “Film bir eğlencedir”, hayır efendim film bir eğitim aracıdır. Gelen kısa filmlerde gördük ne kadar yanlış anlaşıldığını. Film çekmişler belli ki bizim festival için çekilmiş. Ben onu derste eğitim olarak gösterebilirim; hiçbir esnekliği yok, hiçbir yaratıcılığı yok. Algılayışımız öyle,eğitici dediğimiz zaman tık tık tık koymamız gerektiğini düşünüyoruz. Halbuki “Kevin Hakkında Konuşmamız Gerekiyor” muhteşem bir filmdi. En ufak bir şiddet sahnesi yoktu içinde, bir tek kan damlası yoktu. Ama bir çocuğun okulda katliam yaptığını, o çocuğun o okula niye geldiğini, aile ilişkilerini, hepsini gördük biz. Oradan çıktığınız zaman “Okula gideyim de bir katliam yapayım” demiyorsunuz. Aile olarak çıktığınız zaman “Benim çocuğumla ilişkim nasıl? Acaba ben bir yerde hata mı yapıyorum?” diyorsunuz. Ergen olarak çıktığınızda “Acaba ben bir şeyleri yanlış mı götürüyorum?” duygusuyla çıkıyorsunuz. Bu bir eğitimdir. Eski Yeşilçam hep suçlanıyor, bence bu anlamda çok daha hoş filmler var. Çocuk suçluluğu taraması yaparken dikkatimiz çekti, hiç yok Türk Sineması’nda. Eski “Sezercik”, “Ayşecik” filmleri muhteşem. O dönemdeki polis modeli şu an yok. Cezalandırmayan, hafif tatlı sert, yaptığı yanlışı ona göstermeye çalışıp ona bir yol bulmaya çalışan kolluk ve hakim modeli var, çok daha iyi bir şey. Türk Sineması o zaman daha doğru bakıyormuş.

Bu bir tezat değil mi, çünkü Yeşilçam’ın özellikle söylediğiniz yapısı “Gerçeklikten kopuk, romantik bakış açısı” olarak eleştirilir.

Açın gazeteleri, şöyle haberler var “Marketten kola çalan 12 yaşındaki çocuk mahkemeye çıktı” diye. Orada bakmak lazım. Bu çocuk kaçıncı kere bu suçu işliyor? Herkes çocukluğunda ufak tefek bir şey yapabilir. Ben onu hemen kollukta sorgularsam, hemen mahkemeye çıkarırsam, birincisi onu damgalıyorum ikincisi “Sen buradasın, yerini bil” diyorum. Halbuki önce ne olduğuna bakmam lazım. Çocuğun kişisel patolojisi mi var, aile durumu ne? Uzlaşmacı denilen gruplar var, belli yaş gruplarında, özellikle de 12-15 yaş grubunda, hiç kollukla ve mahkemeyle muhatap olmadan ama hukuki ve psikoloji bilgisi olan uzlaşmacıların çocukla, ailesiyle, çevresiyle görüşüp çocuğun yaşına uygun bir yaptırımla geriye dönüş sağlamak. Hapse atmak değil, mahkemeye çıkartmak değil ama “Haydi bakayım bir daha yapma, güle güle” demek de değil. Ona yaptığının yanlış olduğunu öğretecek. Amerikan filmlerinde görürüz ya toplum görevleri, üç gün kütüphanede yerleri silmek gibi yaşına uygun bu tür yaptırımlarla ve sonrasında takip ederek onlar hep denetimlidir, devamlı takip ederler ne oluyor, nasıl gidiyor diye. Cezalandırmak çok kolay bir şey ki onu da beceremiyoruz. Koyduğumuz yerler de uygun yerler değil. Ben o eleştirilere katılmıyorum, Yeşilçam’la dalga geçtiğimiz aşk filmlerini Amerikalılar çektiğinde ağzı açık seyrediyoruz. “Pretty Woman” çok mu farklı türde bir film?

1967 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyal Antropoloji Bölümü'nü bitirdi. Erol Simavi Vakfı Gazetecilik Bursu'nu kazanıp iki yıllık eğitimden sonra Hürriyet Gazetesi'nde istihbarat muhabiri olarak mesleğe başladı. 1992 yılında Hürriyet Yazıişleri'ne geçti. 1993'te Spor Gazetesi'ni kuran grupta yer aldı. 1996'da Hürriyet Yazıişleri'ne döndü. 1999'da Star Gazetesi kuruluşunda bulunmak için Hürriyet'ten ayrıldı. 2000-2001 yıllarında Almanya'da Star Gazetesi'ni çıkaran grupta Yazıişleri Müdürlüğü yaptı. 2002'de Türkiye'ye dönüp Star Grubu'na bağlı olan ve yeniden yayımlanan Hayat Dergisi'nde görev aldı. Hayat Dergisi'nde ve Star Gazetesi'nde sinema eleştirmenliği yaptı. 2004 yılında Star Gazetesi Yazıişleri Koordinatörlüğü görevine getirildi. Halen Star Gazetesi İnternet Yayın Müdürlüğü ve sinema eleştirmenliğini sürdürmektedir. Star Gazetesi, Kral Müzik Dergisi ve internette çıkardığı Cinedergi'de sinema yazıları yayımlanmaktadır. 2007 yılında "Türk Sineması'nı Yönetenler" adlı yönetmenlerle yaptığı röportajları kapsayan bir kitap çıkardı.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.