Kurtuluş Savaşı’nda şehit olan 63 lise öğrencisinin hikayesini anlatan Taş Mektep filminin oyuncuları Orhan Kılıç ve Ayça Varlıer şehit çocuklara karşı sorumluluğumuz var. Bu film bizim için sinemadan öte dediler…

Taş Mektep filmi izleyenlerin yüreğini dağlayacak. Kurtuluş savaşında Yunanlılar’a karşı okullarını terk edip cepheye giden lise öğrencilerinin hiç biri geri dönmedi. Ama savaş meydanındaki o küçükcük ölmüş vücutlardan koskoca bir ülke doğdu. İşte Taş Mektep bunun hikayesini anlatıyor. Filmin başrolünde oynayan Orhan Kılıç ve Ayça Varlıer sorularımızı cevaplarken özellikle bunun üzerinde durdular, “Bizim sorumluluğumuz izleyiciye olduğu kadar o filmin uyarlandığı gerçek hikayede canlarını veren küçücük çocuklara karşı. Onların anısına karşı kendimizi sorumlu hissediyoruz.” Türk sinemasının en önemli sorumluluklarından biri de bu ülkenin tarihine karşıdır. Çok az olsa bile bazen böyle filmler karşımıza çıkıyor da içimiz rahatlıyor. İşte Taş Mektep’in oyuncularının önemli röportajı…

Proje size geldiğinde kabul etmenize neden olan etken neydi?

Orhan Kılıç: Ben zaten bir sene kadar dizilere ara verme niyetindeydim, verdim de. O sırada böyle bir teklif geldi. Sinema filmi tabii ki her oyuncunun yapmak istediği bir şey, adam akıllı bir sinema filmi olmadığı için ve dönem filmi olduğu için özellikle dedim ki “Altı haftalık bir iş, çeker gelirim.” Aslında temel olarak buydu, bir oyuncu olarak baktığımda. Ama tabii ki senaryonun nasıl olduğu önemliydi. Yüzbaşı Tevfik ele avuca gelir bir karakter olarak göründü gözüme. “Bunu severek yapabilirim” dedim; dönem filmlerini de çok sevdiğim için, kendime yakın hissettiğim için, tarihle alakalı olduğum için kabul ettim.

Ayça Varlıer: Katılıyorum Orhan’ın söylediklerine. Bu benim ilk sinema filmim. Filmde herkes için ilkler yaşanıyor. Yönetmenimizin ilki, bir çok oyuncularımızın da ilk filmi ve bu bizi çok heyecanlandıran bir hikaye çünkü gerçek bir olaydan kurgulanmış. Bu çocukların hikayesi aslında. Benim canlandırdığım Güzide karakterine gelirsek; karakter kendi içinde biraz değişime uğruyor. Önce çocukların gitmesini istemiyor ve onları gitmemeleri için ikna etmeye çalışıyor. Çocukların gideceğine artık ikna olduktan sonra onları yalnız bırakmama adına anaçlığı devreye giriyor, idealistliği devreye gidiyor, vatanı uğruna, toprakları uğruna onlarla birlikte ölümü göze alarak savaşa gidiyor.

Bu tür filmler zor filmlerdir. Özellikle içinde Atatürk olan, Kurtuluş Savaşı’yla, yakın tarihimizle ilgili filmler ya çevrilmez, ya da çevrildiğinde büyük eleştirilere uğrar. Bu noktada filmi kabul ederken, senaryoyu okurken nelere dikkat ettiniz?

Orhan Kılıç: Aslında Türkiye’de hiç bir senaryo yeterince bitmiş değil. Her zaman biraz deve kervanı yolda düzülür bu ülkede. Bu bildiğimiz gerçek, karşılıklı oturup birbirimizi tavlamayalım, durum Türkiye’de böyle. Bu proje de aslında farklı değildi. Setin savaş seti olmasından yola çıkarsak başımızda olan adam, yani bizim cephe kumandanımız Altan Dönmez basiretli bir adam çıktı ve bütün bu olumsuzluklara rağmen elinden geleni yapmaya çalıştı. Senaryoda değişmesi gereken yerler vardı, bulunduğumuz ortamla senaryo yazılan ortam birbirine uygun değildi… Elde olmayan, öngörülemeyen şeyler her zaman var. Filmde de hiç planınız yoksa o zaman sizi daha çok vurur bu filmde olduğu gibi. Bunlar Türkiye gibi bir ülkede olağan şeyler maalesef. Biz tarihimiz konusunda yeterince nötr olamıyoruz. Yani biz bu zamandan, 2013’ten geriye bakıp bu andaki ideolojimizle herşeyi değerlendiriyoruz. Bu benim kendi şahsi görüşüm, filmle alakalı değil, mesela her filmde ille Atatürk’ü göstermek zorunda mıyız? Zaten yapamıyoruz. Zaten yapılamayan bir şeyi niye zorluyoruz. Ve Atatürk ille Atatürk’e benzetilmek zorunda mı? İlle o makyaj yapılacak, ille Atatürk’e benzeyecek… Bir sarışın mavi gözlü adam da olabilir, hiç makyajsız. Seyirci aptal değil, önünde beş tane orgeneral durup “Paşam” diyorsa o Atatürk’tür. Tiyatroda oyuncu sahneye çıkarken imzalanmamış, dile getirilmemiş bir anlaşma vardır, oturan seyirci bilir ki bu adam Kral Lear, yanındaki de onun karısı. Sinemaya gelen adam da bunu biliyor. “Sarışın mavi gözlü Atatürk olmalı herhalde, herkes arkasında yürüyor” diye düşünür. Bu tür sıkıntılar var Türkiye’de. Dikkat edilmesi gereken bunun dışında da fazla bir şey yoktu. Allahtan bizim Atatürk’ümüzü biz o kadar benzetmek zorunda kalmadık, gerçi oynayan arkadaş da Atatürk’e yeterince benziyordu. Altan da benimle aynı fikirdeydi, beni mutlu etti bu.

 

Senaryonun içinde Atatürk’ün olup olmamaması gerektiğinin konuştunuz mu?

Orhan Kılıç: Cephe savaşı olduğu için göstermekte biraz fayda olduğunu düşündüğümüzden dolayı Atatürk de vardı. Çünkü Sakarya Meydan Muharebesi’nde vardır.

Ayça Varlıer: Bir de o Polatlı Savaşı esasında. O olay gerçekten olmuş. Biz gerçeğe yakın bir kurguda sergilemeye çalıştık. Atatürk’ün gelip oradan savaşın sonunda bakması, bayrağın dikilmesi gerekiyordu…

Kurtuluş Savaşı’nda çok kadın karakterlerimiz var fakat biz sinemada bunlardan fazla yararlanamadık. Sizinki de aslında öyle bir karakter. Fragmanında cepheye de gittiği görülüyor galiba.

Ayça Varlıer: Çocuklar için gidiyor, onları yalnız bırakmamak için. Orada sonuçta hemşireler de var. Yaralıları tedavi etmek, onları yalnız bırakmamak için orada. Ben savaşmak istiyordum aslında. Savaşmak demek ille eline tüfeği almak değil, orada olmak, yardım etmek, o savaşın içinde, bombaların içinde olmak demek. Hakikaten biz onu hissettik ve yaşadık. Kulaklarımız sağır oldu, üç gün boyunca zombi gibi dolaştık. Hakikaten çok enteresan bir tecrübeydi.

Profesyonel oyuncusunuz, dediğim gibi böyle karakterler Türk sinemasında fazla canlandırılmıyor halbuki Türkiye için önemli bunlar. Amerika’nın tarihini Hollywood baştan aşağı yazar ve bütün karakterler çok önemlidir…

Ayça Varlıer: Kara Fatma diye bir kadın var biliyorsunuz. Biz biraz da ondan esinlendik. Onun kıyafetlerinden birazcık esinlendik. O siyahlara bürünme… Çünkü kadın bir değişim yaşıyor, biraz sert bir değişim. Öğretmen kıyafetiyle gayet Avrupai; Batı görünümlü kadından birdenbire 180 derece bir değişim yaşıyor. Savaş olgusu taşıyan o kıyafetlere bürünüyor. Seyirci bunu nasıl karşılayacak bilmiyorum ama bu tip kadınlar varmış; Çanakkale Savaşları’nda özellikle.

Sizi nasıl etkiledi? Bu karakteri gördünüz, Türkiye için de önemli bir karakter, profesyonellik dışında karakterden etkilendiniz mi?

Ayça Varlıer: Kadın hikayeleri genelde filmlerde işlenmiyor, dizilerde de çok az işleniyor. Bildiğimiz kadınlar, mağlup, mağdur, ezilen, dövülen… Çok güçlü kadınlar genellikle işlenmiyor. Neden böyle bilmiyorum. Beni bu çok cezbetti, çünkü ben de kendi hayatımda savaşçı ruhlu bir insanım, idealistimdir, yardımseverimdir. Bu kadın belki yurtdışında eğitim görmüş. Hikayesi var Güzide’nin ve Atatürk ilkelerinin arkasında, Meclis Ankara’da olduğu için bütün herşeyini bırakıp Kayseri’de Taşmektep Lisesi’nde öğretmenlik yapıyor, sonra müdireliğe terfi oluyor. Tamamıyla eğitim uğruna kendisini vermiş. Bu tipler o dönem zaten az görülüyordu. Kadın olmak bir yana, öğretmen olmak bir yana bir de müdür olması… Türkiye’de o dönemde bir elin parmaklarını geçmezdi. Kadın öğretmenler de çok az görülen bir durum. O yüzden beni çok cezbetti. İnşallah oyunculuk kariyerimde benim önümü açar, belki bu rolleri oynamak için fırsat olur çünkü çok güzel bir rol, değişime uğrayan bir rol. Güzide’nin yanı sıra, çocukların da yanı sıra Tevfik Yüzbaşı ile yaşadığı ya da yaşayamadıkları ilişki… Çünkü Tevfik de çok idealist bir karakter. O dönem bambaşka bir dönem. O dönemin içine girdiğiniz zaman bambaşka duygular yaşıyorsunuz. Bazı şeyleri kanıksıyorsunuz. Savaş artık kanıksanmış.

 

Batı Cephesi’nde Yeni Bir Şey Yok filminde de bir öğretmen vardır. Almanya yenilmek üzeredir, öğretmen bütün öğrencilerini savaşmak için etkiler. Alman milliyetçiliğini kullanır ve öğrenciler asker olup Batı Cephesi’ne giderler, çok büyük dramlar yaşanır, sonuçta tek bir tanesi kurtulur, geri döner sınıfa ve öğretmenin sınıftaki öğrencilere aynı şeyleri anlattığını görür, hayatın ne kadar anlamsız olduğunu hisseder ve çıkar. Sizin filminizle çok ters aslında. Sonuçta Almanya sömürgeci bir devletti başka ülkelere saldırıyordu, Türkiye kendi topraklarında bağımsızlık savaşını veriyordu. Filmin bu anlamda kavramsal yönüne baktınız mı?

Orhan Kılıç: Filmin evrensel söylemine bakılmaz Türkiye’de, bu bir gerçek. Yapılan filmlerden, yaptığımız şeylerden bunu biliriz. Ne kadar güzel, Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’ta çocuk sınıfa gelir aynı öğretmen, aynı şeyleri söyler. A’dan Z’ye bir daire çizilir ve daire sonunda noktalanır. Seyirci de seninle beraber bu macerada sonuna kadar ulaşır, baş karakterinle beraber bütün bu maceraları yaşayıp, onunla ağlamış, onunla gülmüş, onunla bir yolculuğu öğrenmiştir. O noktaya gelir ve “Evet” der, yönetmenin büyük katkısıyla. Ama Türkiye’de böyle şeyler genellikle yok. Çünkü biz bu sinemayı yapmıyoruz. Bizim yaptığımız film hamasetten uzak, gerçekten uzak. Biz en azından nötr anlatmaya çalıştık bazı şeyleri. Özellikle yönetmen Altan Dönmez kendi ideolojik kaygılarını oraya katmadı, “Güzide de çok laisist bir kadın, zaten olmamış şeyi biliyordu o zamandan” gibi tavırlara girmedik. Olduğu gibi anlattık bazı şeyleri. Ama çok isterdim sorduğunuz sorudaki gibi zeka ve yorum olarak evrensel ağırlığı olan filmlerle cevap vermeyi. Bu filmin nasıl bir mesaj verdiğini, seyircinin hangi maceradan sonra hangi noktaya geldiğini hep beraber göreceğiz.Bu soruyu yönetmenlere ve yapımcılara sorsaydınız ne cevap vereceklerdi merak ederdim. Ama ben kişi olarak “Filmin entellektüel kısmına nasıl bakılır” sorusuna binaen şunu söyleyeceğim: O karakteri okuduktan sonra ne kadar derin yazılmamış olsa da, biraz zeki adamsan ve mesleğini seviyorsan kendi kendine bazı şeyleri kurarsın. Aslında benim oynadığım karakter bazen bunu yapıyor. Maalesef kesilmiş sahnelerimiz var, seyircinin göremeyeceği sahneler var. Bence en önemli sahnelerden bir tanesi Ayça’nın karakteri Güzide Hoca, Tevfik Yüzbaşı’nın odasına geldiği sahneydi. O sahne kesildi maalesef. Bence o sahne bütün filmin mesajını içeren sahneydi. Orada biz bir savaşın, değişimin, kabuk kırılmalarının özetini veriyorduk. Ama o sahne maalesef yok. Bütün filmi bir tarafa koyun o sahnede çok şey vardı. Aşkın, olamazlığın, bir askerin ve bir kadının aşık olup olmamaya karar vermesi, olmayan, olamayan çok şeyin özetini veriyordu orada. Ama maalesef bütün olayın omuriliği dışarıda kalmış.

Ayça Varlıer: Ben biraz önce “Öyle bir sahne çektik ki Orhan’la onun karakterini, benim karakterimi, o savaş dönemindeki olamamazlıkları, aşkın inkansızlığını, Tevfik karakterinin nereden geldiğini, niye o kadar katı olduğunu anlatıyor” diyecektim. Kırılma noktasıydı o sahne ve film özellikle o sahnede çözülüyordu çünkü Tevfik karakteri çocuklara gelip eğitim veriyor fakat bir yandan da o kadar üzülüyor ki, bağlanmamaya çalışıyor, orada işte onun sırrını veriyordu. Neyse olmayan sahneler üzerine konuşmayalım.

Orhan Kılıç: Sorunuza dönersek bütün cevabı o sahnedeydi ve gerçekten çok şey kaybettiğini düşünüyorum. Ve çok iyi oynanmış bir sahneydi, ben gördüm. Niye bizim sinemamız yurtdışında ilgili görmüyor, Türklerin yaşamadığı yerlerde, Almanya’yı falan saymıyorum? İşte bu yüzden, bu sorduğunuz sorunun cevabının olmamasından. Bir gün inşallah “Bakın bakalım sorunuzun cevabını bulabilecek misiniz” deme fırsatı inşallah bana düşer.

Yönetmenlik planınız mı var?

Orhan Kılıç: Var tabii ki. En büyük zevklerimden biri yaratmak, onu perdeye aktarmak.

Senaryo?

Orhan Kılıç: Yine bizden çıkıyor.

Sizin de bir çok alanda çalışmalarınız var. Bir albüm de çıkarıyorsunuz bildiğim kadarıyla. Yönetmenlik ve senaryo yazma hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Çünkü Türk sinemasının kadın yönetmenlere, kadın senaristlere bazı şeylere kafasını yoran kadınlara ihtiyacı var.

Ayça Varlıer: Var ve çok iyi kadın yönetmenlerimiz var. Yeşim Ustaoğlu gibi, onun dışında Zeynep Tan gibi dizi yönetmenlerimiz var.

Orhan Kılıç: Özür dilerim burada keseceğim. Arkadaşlar Türkiye’de gereğinden fazla kadın yönetmen var. Almanya’da bu kadar kadın yönetmen yok. Türkiye’de dünya standartlarının üzerinde kadın yönetmen var, siz hala yok diyorsunuz çarpılacaksınız.

Kadın yönetmenler, kadın senaristler kadın kimlikleriyle yazamıyorlar ki, bir sonraki sorum oydu.

Ayça Varlıer: O ayrı bir hikaye. Yönetmenin kadın olması ille kadın hikayesi olmasını getirmiyor. Gidiyor kadın yönetmen aksiyon filmi çekiyor. Dediği doğru dünya çapında genelleme yaparsak kadın yönetmenlerin sayısı yüksek.

Orhan Kılıç: Almanya’da üç tane kadın yönetmen sayamam. Fransa’da da sayamam, İtalya’da da sayamam.

1980 ve 90’nın ikinci yarısına kadar Türk sinemasında feminizmin ayak sesleri çokça duyuluyordu. 2000’lerin sonunda sinemada bu anlamda bir geriye adım atıldı bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ayça Varlıer: Valla ben dizi sektörüne bağlıyorum. Ve dizi sektöründe inanılmaz derecede popülizm var. Şu anda dizi sektörü, sinema sektöründen çok daha önde gidiyor. Ve dizi sektöründe yapılan hikayeler bu anlamda kadını ikinci plana atıyor, hep mağdur olan, hep ezilen, hep dövülen, ensest ilişkiler… Ya da entrikaların içinde. Bu konular dizi sektöründe ele alındığı için o sizin bahsettiğiniz 80’lerde kadın kimliğinin daha ön plana çıktığı, daha feminist ve protest duruşu engelliyor. Çünkü para burada.

Peki kişisel olarak bu tür roller olsa size gelse, siz kabul edebilir misiniz?

Ayça Varlıer: Ben hiç feminist bir kadın değilim, öyle bir şeyim yok. Ama sonuçta kadın ille ezilen, dövülen, tecavüze uğrayan değildir. Kendimiz söyledik bir sürü kadın yönetmenlerimiz var. Şu anda kadınlar belki erkeklerden daha çok para kazanmaya başladı, ekonomik statüleri birazcık daha dengelenmeye başladı. Kadınlar kimlik bulmaya başladılar 2000’li yıllardan sonra. Tabii Doğu Anadolu’dan bahsetmiyorum. Bizim camiadan, daha şehirsel hayattan bahsediyorum. Bu neden işlenmiyor? Biraz kültürel etkenlerden. Ağlatan para kazandırır, ajitasyon para kazandırır. Bütün okuduğum senaryolarda görüyorum, kadın tiplemeleri aşağı yukarı aynı. İlle güzel kadın, jönfi olmak zorunda değil. Dünyada artık böyle bir şey yok. Yurtdışındaki dizileri seyredin, illa jönfi ya da jön kalmadı, tam tersi. Dünya artık doğala dönüyor. Hollywood da doğala dönüyor. Bizde ille bir tipleme, siyah saçlı olacak. Bir Türk kadını tiplemesi vardır ki ben onun çok dışındayım o yönden dezavantajlarım var kendi adıma söyleyeyim. Olabilir. Ama maalesef dediğiniz konu sektörle alakalı. Mainstream müzik furyası varsa, mainstream dizi furyası varsa sinema da bundan etkileniyor bence. Ama bu beş, on sene sonra daha bir oturacak herhalde, daha fazla kimlik sahibi olacağız inşallah.

Sizin bu konudaki düşünceniz nedir?

Orhan Kılıç: Türkiye’deki sinema tarihine bakmak lazım. Yönetmenlerin, oyuncuların tarihine bakmak lazım, bütün bunların dışında coğrafyaya bakmak lazım. Ortadoğu, şarktayız. Birini diğerinden soyutlayıp alamayız. Bence tüm bunlara rağmen cumhuriyetin kurulmasıyla beraber hatta 1800’li yılların sonlarından başlayarak gelen bir kadın hareketi vardır. Halide Edipler isimlerini bilmediğim çok sayıda insanlar, çok sayıda kadın şairlerimiz var. Bunlar henüz bilinmiyor. Biz herşeyi cumhuriyetle başlamış farzediyoruz ve bu doğru değil. 1800’li yılların sonunda da vardı kadın öğretmenler, artık öğretmenlik yapabiliyorlardı, muallim olabiliyorlardı. Osmanlı’nın son dönemlerinde kadın uyanışı diye bir şey başlıyor. Ben Avrupa’yı görmüş, yaşamış ve sindirmiş bir adam olarak bunu söylüyorum, komplekse gerek yok. Avrupa bizden belki bir adım ileri bazı konularda. Seçme seçilme hakkı verildiği zaman İsviçre’de böyle bir durum yok.

Avrupa’yla karşılaştırdığımızda öyle de 80’lerle 2000’lerin karşılaştırılmasında kadın oyunculuklar anlamında siz bir şey görmüyor musunuz?

Orhan Kılıç: Ayça biraz önce söyledi, sinema olayı televizyon dizilerine döndü artık. Ve burada ben kadınların azınlıkta olduğuna inanmıyorum. Hangi yapımcıya giderseniz gidin, hangi kanala giderseniz gidin size “Kadın hikayesi tutuyor” diyor. Sayalım dizileri isterseniz kaç tane erkek hikayesi var Kurtlar Vadisi’nin dışında. Kadınları nasıl kullandığımız önemli bu dizilerde. Evet Ayça’nın dediği gibi ağlak acı çeken… Bunlar belki bir durumu anlatmanın arabeskleştirilmiş, kolaylaştırılmış hali ama kadınlar yine ağırlıkta. Kadın hikayeleri anlatılıyor TV’lerde. Fakat onların arkasında duran ideolojik tavır belki de değişti; o zaman bir ideolojik tavırdan yola çıkılıyordu. 80 ihtilali ve sonrasında gelen bir duruş, aykırı duruş, ideolojik bir durum vardı 2000 yılına kadar. Müjde Ar da bundan payını almıştır, negatif veya pozitif. Ama Müjde Ar’ı Müjde Ar yapan o filmlerdir. Şu anda yine kadınların sıkıntıları anlatılmakta. Kahramanlık filmi yok mesela, bir Polat Alemdar var yıllardan beri o artık evimizin erkeği hiç bir şey dediğimiz yok ama onun dışında kadınlardır her zaman ön planda olan. Ama nasıl lanse edildikleri önemli. Muhteşem Yüzyıl dekoltelerle, Beren Saat’in oynadığı yeni dizi tabii ki kadının şurasıyla burasıyla, arkadaki ideolojik durum yok artık. Orada bir tek şey var kapital; Das Kapital. Türkiye’de kadın davamız da her davamızın olduğu gibi, paraya daha çok paraya boyun eğmek zorunda. Bütün ananelerimiz, bütün değerlerimiz, verdiğimiz bütün savaşlar para karşısında eziliyor ve ezilmeye devam edecek.

Filminiz vizyona girecek, benim size sormadığım fakat izleyiciler için sizin söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Orhan Kılıç: Bizim tarihimiz bir türlü aktarılamayan bir tarih maalesef. Burada sadece özel sektörün suçu yok, burada devletin çok büyük suçu var. Neye sahip çıkacağına, neye sahip çıkmayacağına bir türlü karar veremiyor. Sahip çıktığı şeyi de idelojilerle karıştırıyor, bu her devirde böyle. Kim iktidarsa ona göre yaptırmaya çalıştılar. Biz bu filmde okyanustan bir damlayı aldık sadece. İşte okyanusun bu damlasını seyretmek isteyenler için güzel bir enstantene olacak. Güzel bir şey ortaya çıktı, inşallah zevk alarak izlerler.

Ayça Varlıer: Ben seyretmediğim için o konuda bir şey söylemeyeceğim ama çok duygulanarak çektim bu filmi. Bir çok sahnede duygularıma yenik düştüm; bir tek ben değil bütün ekip bunu kalben yaptık. Sorumluluk taşıdığımız bir iş. Şehit olmuş 63 öğrencinin anısına karşı sorumluluk hissediyoruz. Seyirciden önce bizim bence taşıdığımız sorumluluk bu. O sorumluluğu yerine getirirsek ben “Oh” diyeceğim.

 

 

 

1967 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyal Antropoloji Bölümü'nü bitirdi. Erol Simavi Vakfı Gazetecilik Bursu'nu kazanıp iki yıllık eğitimden sonra Hürriyet Gazetesi'nde istihbarat muhabiri olarak mesleğe başladı. 1992 yılında Hürriyet Yazıişleri'ne geçti. 1993'te Spor Gazetesi'ni kuran grupta yer aldı. 1996'da Hürriyet Yazıişleri'ne döndü. 1999'da Star Gazetesi kuruluşunda bulunmak için Hürriyet'ten ayrıldı. 2000-2001 yıllarında Almanya'da Star Gazetesi'ni çıkaran grupta Yazıişleri Müdürlüğü yaptı. 2002'de Türkiye'ye dönüp Star Grubu'na bağlı olan ve yeniden yayımlanan Hayat Dergisi'nde görev aldı. Hayat Dergisi'nde ve Star Gazetesi'nde sinema eleştirmenliği yaptı. 2004 yılında Star Gazetesi Yazıişleri Koordinatörlüğü görevine getirildi. Halen Star Gazetesi İnternet Yayın Müdürlüğü ve sinema eleştirmenliğini sürdürmektedir. Star Gazetesi, Kral Müzik Dergisi ve internette çıkardığı Cinedergi'de sinema yazıları yayımlanmaktadır. 2007 yılında "Türk Sineması'nı Yönetenler" adlı yönetmenlerle yaptığı röportajları kapsayan bir kitap çıkardı.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.