Actors Keira Knightley and James McAvoy, stars of the drama motion picture "Atonement", are shown in this undated publicity photograph. "Atonement" won the Golden Globe Award for best drama motion pictures at the 65th annual Golden Globe Awards news conference at the Beverly Hilton hotel in Beverly Hills, California January 13, 2008. REUTERS/Focus Features/Handout (UNITED STATES). EDITORIAL USE ONLY. NOT FOR SALE FOR MARKETING OR ADVERTISING CAMPAIGNS. NO ARCHIVES. NO SALES. Library Tag 01182008

Kaan Karsan

İnsan algısının daracık penceresinden bakınca birbirlerinden topyekün farklı duran; ancak sebep oldukları acımasız yıkıma ve “zafer” ile “yenilgi” kavramları arasına çizdikleri silik çizgiye bakınca aslında birbirlerine çok benzedikleri ortaya çıkan, biri soyut diğeri ise somut iki kavram… Aşk ve savaş… Savaş, ideolojilere karşı saplantılı bir şekilde duyulan ve bu uğurda şiddeti içselleştiren kuvvetli bir aşk iken aşk, bir bedene ve ruha karşı duyulan, insanın bütün duyularına saldırganca yönelmiş, merhametsiz bir iç savaş… Dünyada insanla beraber beliren ve muhtemelen bu diyarlardan yine insanla birlikte kaybolacak olan bu iki tüyler ürpertici kavramın virajlı yolları, tıpkı insan tarihinde olduğu gibi, filmlerde de ayrı düşmüyor elbette. 7 Ekim’de gösterime girecek olan Mikaël Hafstrom’un son filmi “Şangay” hatrına, savaş ve aşkı iç içe geçiren filmlerin en önemli ya da en akılda kalıcı olanlarından on tanesini hatırlamak fena olmaz diye düşündük.

10) Cold Mountain (2003)
Anthony Minghella’nın Charles Fraizer’ın senaryosundan uyarladığı ve besbelli çekerken birkaç tane de Oscar ödülünü gözüne kestirdiği Soğuk Dağ, izleyenini dönem olarak amerikan iç savaşının son demlerine; mekan olarak da güney kırsallarına bırakıyordu. Minghella, savaşın hem ulus hem de birey üzerindeki etkilerini gözlemlemeyi ihmal etmeden, acıklı bir “kavuşma” öyküsü anlatmaya koyuluyordu ve filmi bir melodram olmaktan kurtarıyordu belki; ancak maalesef filmde iyice süslenmiş bir tabakta sunduğu “tutku ve özlem dolu aşk” mefhumunun altını yeterince dolduramıyordu. Yine de film teknik başarısıyla yer yer göz kamaştırıyordu ve Renée Zellweger de Oscar kazanan oyunculuğuyla büyülüyordu. Bütün bunların sonucunda Soğuk Dağ, son dönem “savaş ve aşk” filmlerinin en akılda kalıcılarından biri olarak hafızalarda yer ediyordu.

9) A Un long dimanche de fiançailles (2004)
Jean- Pierre Jeunet’in Amelie’den üç sene sonra çektiği ve yine Audrey Tautou ile çalıştığı filmi “Kayıp Nişanlı”, Amelie’nin de maksimize ettiği seyirci beklentisi nedeniyle büyük bir heyecan uyandırmıştı. Pek yaratıcı film ismi çevirmenlerimiz tarafından sanki düğünden kaçan bir damadın anlatıldığı bir romantik komediden hallice tercüme edilen “Kayıp Nişanlı”, aslında, gelen infaz haberlerine rağmen savaşta öldüğüne inanmadığı sevgilisini aramak için yola koyulan Mathilde’nin umut dolu öyküsünü anlatıyordu. Jeunet’in müthiş detaycılığıyla çekilen savaş sahneleri, savaşın korkunç yıkımını saf bir şekilde yansıtmak için müthiş bir araç olarak kullanılıyordu, diğer yandan da Mathilde karakterinin pompaladığı sıcak iyimserlik duygusu, savaş ile aşk arasında beklenmedik bir kontrast oluşturuyor ve filmi farklı bir yere taşıyordu.

8) From Here to Eternity (1953)
Burt Lanchester’ı oyuncular aleminde özel bir yere taşıyan ve Frank Sinatra’nın inişe geçen kariyerini toparlayan “İnsanlar Yaşadıkça”, gerek sinema dili bakımından gerekse çekildiği dönem bakımından oldukça önemli bir savaşk filmi. İkinci dünya savaşından birkaç sene sonra çekilen ve dolayısıyla dönemi belgesel gerçekçiliğinde gözlemleme şansı bulan filmin kazandığı sekiz Oscar da filmin önemine bir delaletti. Filmin uyarlandığı romanın yazarı James Joyce’da filmde kendine küçük bir rol buluyordu. Milton Warden’ın Karen Holmes ile yaşadığı yasak aşkın izleyende yarattığı adrenalin bile, filme başka bir boyut kazandırmaya yetmekteydi. Filmin özel olmasının en büyük nedenlerinden biri de tabii ki, filmin aşktan savaşa doğru usul usul uzayan köprüsüdür.

7) The English Patient (1996)
Anthony Minghella’nın listemizdeki ikinci ve daha iyi filmi “İngiliz Hasta” da sinemacılar için sürekli işlenmekte olan bir maden haline gelen İkinci Dünya Savaşını arkasına alarak yoğun bir aşk hikayesinin sinemasını yapıyor. Minghella, filminin iki buçuk saati aşkın süresinde çok iyi tanıtmayı başardığı karakterleriyle aşkın farklı tanımlarını takdim ederken, savaşın etkilerini geniş bir yelpazede gözler önüne seriyordu. Film kimi çevrelerden “oryantalist” olduğuna dair eleştiriler almış olsa da(tam tersini yapmaya çalıştığını iddia edenler de vardı), yoğun dramatizmiyle en duygusuz zat-ı muhteremi bile hislendirmeyi başarıyordu. Sonuç olarak Minghella’nın filmi aşk ve savaş kelimelerinin bir arada yer aldığı bir cümleden sonra akla gelen ilk filmlerden biriydi. Hem eleştirmen hem de seyirci nezdinde de hak ettiği ilgiyi görmüştü ve gösterildiği sene Oscarlar da dahil birçok ödülü süpürmüştü.

6) The Wind That Shakes the Barley (2006)
Ken Loach’ın gösterildiği sene Altın Palmiye’yi kucaklayan filmi beklendiği gibi ustanın sinemada politikayla olan derdini anlatmaktan yılmayacağını kanıtlıyordu. Zaten sinema aleminde politik kimliğiyle nam salmış ve genel olarak takdir görmüş bir kişiden başka bir yöne sapması beklenemezdi. Britanya’lı yönetmen 1920’lerde geçen sosyalist ve milliyetçi İrlanda’lılar arasındaki çatışmaları tüm soğukluğuyla ve gerçekçiğiyle anlatırken müthiş senaryosunun içine biraz da aşkın ihmalini ekliyordu. Bu çatışma ortamının yanında, özgürlüğe duyulan aşk ile sevgiliye duyulan aşkın yersiz çarpışması da filmin duygusuna çok şey katıyordu. İdealler uğruna gerekirse karşı konulamaz bir aşkın bile geride bırakılabileceğini gösteren filmi çarpıcı yapan en önemli unsur ise, filmin bütün argümanlarının günümüze uyarlanabiliyor olmasıydı.

 

5) Atonement (2007)
Televizyon için yaptığı birkaç işten sonra Jane Austen klasiği Pride&Prejudice’ı uyarlayan ve ilk filmindeki ustalığıyla sinema dünyasında övgü ve şaşkınlıkla karşılanan Joe Wright, ikinci filminde yönetmenlik anlamında çıtayı yükselterek zor bir işe kalkışıyordu. Küçük bir kızın tanık olmaması gereken bir olaya tanık olmasıyla beraber üç karakterin hayatını enterasan bir şekilde bağlayan bir kader kördüğümünü anlatıyordu “Kefaret”. İkinci Dünya Savaş’ını da dönemsel bir arkaplan olarak seçen öykü, iki karakter arasındaki aşkı çeşitli kurgu oyunlarıyla anlatıyor ve oldukça merak uyandıran bir hikaye altyapısı oluşturuyordu. Keira Knightley, James McAvoy ve özellikle de Saoirse Ronan’ın iyi oyunculukları da filmi daha değerli hale getiriyordu. Joe Wright’ın çektiği meşhur tek plan, uzun çekim sahne ise filmle beraber sinema tarihine geçiyordu.

4) Gone with the Wind (1939)
Artık bir filmden öte bir ekol haline gelen “Rüzgar Gibi Geçti”, amerikan iç savaşı ortamında geçen bir aşk hikayesini perdeye yansıtıyordu. Film elbette ki basit cümlelerle hakkında bahsedilebilecek filmlerden biri değildi. Zira kendinden sonra yapılacak olan sinema için, yani, sinemanın geleceği için çığır açıyordu. “Rüzgar Gibi Geçti”den sonra artık benzer hikaye yapısına ve karakter ilişkilerine sahip filmler türeyecek ve sinema günden güne yeniliklerle zenginleşecekti. Film sinemaya, o güne kadar filmlerde nadiren görülen “güçlü kadın” figürünü hediye ederek de sinemanın geleceğine ışık tutuyordu.Clark Gable ve Vivien Leigh arasındaki aşk üzerinden geçen yetmiş seneye rağmen derinliğinden hiçbir şey kaybetmiyordu. İçinden aşk ve savaş geçen filmlerin kuşkusuz en özellerinden birisiydi “Rüzgar Gibi Geçti”

3) Ballada o Soldate (1959)
Sovyet yönetmen Grigori Chukhari’nin pek az bilinen şaheser filmi, 19 yaşındaki “kahraman” bir rus askerinin, komutanından iki günlüğüne eve dönmek için izin alarak çıktığı yolculuğu ve yolculuk esnasında tutulduğu aşkı anlatıyordu. Samanla dolu bir tren kompartımanını kaçak karakterlerinin tanışma mekanı olarak tercih eden yönetmen Chukhari, yol filmerinin kendine has tadından da yararlanarak savaşın aleviyle kavrulan Rusya’nın ilgi çekici bir portresini çiziyordu. Filmin yan karakterleri ve onların hikayeleri de en az Alyosha ve Shura’nın iki arada bir derede aşkı kadar inandırıcıydı. Savaşın tanımlarından birinin de ayrılık ve hasret olduğunu bir buçuk saatlik süresince oldukça dokunaklı bir şekilde sunmayı başaran film, genç oyuncularının başarılı kompozisyonlarıyla da dikkat çekiyordu. Chukhari zamanının çok ötesinde bir film çektiğinin farkında mıydı, bilinmez, fakat gösterildiği sene bir sürü festivalden de ödülle dönmüş ve Oscar adaylığından da yoksun kalmamıştı. Sonuç olarak “Askerin Türküsü”’nün sinema tarihinde özel bir yere sahip olduğu su götürmezdi.

2) To livadi pou dakrzei (2004)
Theo Angelepoulos’un otuz senelik bir zaman diliminde, iki dünya savaşını başlangıç ve bitiş noktası olarak alan başyapıtı, bir kısım seyircinin tahammül sınırlarını zorluyor olsa da sinemada yazılmış şüphesiz en gerçekçi ve en şık şiirlerden biriydi. Angelepoulos, tek bir karakter, Eleni üzerinden koskoca bir ulusun yaşadığı korku dolu zaman dönemine ışık tutmayı başarıyordu, hem de insana dair olan ve dile gelmesi son derece zor olan bir sürü hissiyatı filmine ustalıkla yediriyordu. Bu hissiyatlardan biri de elbette ki, insanı en zor anında bile yalnız bırakmayan bir duygu olan, aşktı. Elen’nin hüzünlü hayatı ve aşkı Andreas Sinanos’un müthiş görüntülerini birleştiren film, eşsiz bir sinema tadı yakalıyordu. Angelepoulos, sinemada izlemeye hiç alışık olmadığımız türden bir ağıtıyla bizleri başbaşa bırakıyordu ve izleyeninden yoğun bir ilgi ve konsantrasyon bekliyordu. Yönetmenin beklentilerini karşılayabilen izleyici ise sinema salonundan hiçbir zaman unutamayacağı hüzünlü anılarla ayrılıyordu.


1) Casablanca (1942)
Humprey Bogart ve Ingrid Bergman’ın bu dünyada sinema varolduğu sürece bir efsane olarak kalacak ,neredeyse kurgusal olduğuna inanamadığımız aşkı, oyuncuların birbirine tamamen uyan kimyalarının yanısıra müthiş bir senaryonun ve müthiş bir film yönetiminin ürünüydü.”Everybody Comes to Rick’s” adlı hiç sahnelenmemiş bir tiyatro oyunundan üç senarist tarafından uyarlanan Casablanca, onu yaratan üç farklı kaleme rağmen fazlasıyla tutarlı senaryosuyla sinemacıları şaşırtıyordu. İkinci Dünya Savaş’ının fırtına öncesi sessizliği ve fırtınasını sinemanın bütün imkanlarını kullanarak çok özel bir aşkın gölgesinde yansıtmayı başarıyordu. Michael Curtiz’in, kendinden sonra çekilecek filmler için müthiş bir drama-aşk-savaş prototipi oluşturduğu başyapıtı, kusursuz oyunculuklarıyla, dillere pelesenk olmuş, ezberlenmiş replikleriyle ve savaşın çehresini göstermekteki başarısıyla tam anlamıyla bir sinema fenomeniydi.

 

 

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.