Serdar Akbıyık

Bu ayın önemli filmlerinden Hayda Bre’nin yönetmeni Orhan Oğuz ile başrol oyuncusu Nilüfer Açıkalın beraber film çektikleri zaman evleri ayırdıklarını bunun da projelere yarar getirdiğini söylediler.

Orhan Oğuz’un kendi ailesinden yola çıkarak çektiği Hayda Bre çok önemli bir yapım. Bir kere bu kadar kişisel bir öyküyü bu kadar tarafsız anlatmak her yönetmenin başarabileceği bir şey değil. Oğuz filmde kendi annesini canlandıran Nilüfer Açıkalın’ın performansına hayran kaldığını söylerken bazı çekimlerde annesiyle aynı tepkileri veren Açıkalın’a şaşırdığını belirtti. Birlikte yaşayan iki ismin bir film projesine başladıkları zaman evlerini ayrımaları ise onların profesyonelliğinin kanıtı tabii… İşte Orhan Oğuz ile Nilüfer Açıkalın’la yapılmış samimi ve önemli bir sohbet…

Öncelikle proje nasıl ortaya çıktı ?

Orhan Oğuz: Proje gerçekten kişisel bir proje ve benim çocukluğumdan esintiler var. Bu dedemin hikayesi ve çocukluğumda beni çok etkiledi. Zamanla kafamda oluştu. Yönetmen olduktan sonra bu hikayenin muhakkak çekilmesi gerektiğini düşündüm. Aşağı yukarı on yıldır senaryosuyla uğraşıyorum. Uğraştık ve çekimini gerçekleştirdik. Benim için bu film gerçekten muhakkak yapılmalı idi. Çünkü evrensel bir konu. Zaten bunun yapılmasına karar verdiğim dönemde yanımda olan, hikayeyi bilen sanatçı arkadaşlarımın aşağı yukarı hepsinin böyle bir dedesi çıktı. Bir şekilde farklı davranış biçimleri ama doğudan da bir dede aynı durumda kalabilir, onun da hikayesi aşağı yukarı Şaban Aga ile örtüşür diye düşünüyorum. Onun için bu evrensel boyutu benim için de kişisel olarak özel olan bu filmi artık çekmekten başka yol kalmadı. Bunu çekmek için de gerçekten çok uzun süre bekledim. Oyuncular konusu benim için çok önemliydi. Burda Saadet’i oynayacak kişi çok önemliydi ve Nilüfer benim için çok önemli bir oyuncu. Hatta Türk Sineması için de çok önemli bir oyuncu. Onun yönetmenliğini yaptığım için bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Onun oynaması film ve benim için büyük bir artı oldu. Şaban Aga’yı canlandıracak oyuncuyu bulmak ise problemdi. Şaban Agayı çok aradım. Bazı yapımcılarla görüştüm, onların önerileri oldu. “Şu olursa gişesi iyi olur” gibi tipik medya tipi ticari düşünceler.. Bunun öyle bir yeri yoktu benim kafamda. Burada amacım sadece doğruyu yapmaktı. Şaban Aga konusunda da gerçekten çok bekledim. Olmuyordu, uykularım kaçıyordu. Türkiye’den bir oyuncu alıp oynatmak formata da yakışmayacaktı ki zaten izleyiciyi de inandıramazdık. Tanınan birini getirmek filmin ticari bir durumu oluşurdu. Ondan sakındım ben ve Şaban Aga’yı Makedonya’da buldu. Gene hiç bir filmde oynamamış ama kırk yıldır tiyatro emekcisi, ışıkcılığı var ve dekorculuk yapmış. Şevket Emrulla oyunculuk üzerine de hep bakmış, seyretmiş ama hiç oynamamış. Fakat benim aradığım Şaban Aga formatına o kadar uyuyordu ki o öyle olmalıydı. Tabii bir de filmin anlatımında Makedonya’dan topraklardan kopupda birini buraya Beyoğlu’na getirmemiz gerekiyordu. Zaten filmin alt metni de öyle. Çünkü yabancı biri ilk defa gördüğünüz birinin Beyoğlu’ndaki yorumu daha iyi ortaya çıkıyor. Burada doğru yaptığımı düşünüyorum. Çünkü sinema benim için daha rahat. Sinamayla da birçok şeyi anlatabilirsiniz. Şaban Aga ve Makedonya castı için doğru kararlar verdiğimi ve doğruyu yaptığımı düşündüğüm ve ilk defa “keşke” demediğim bir film yaptım.

Senaryo için oynadığınız rol çok önemli. Bu kadar kişisel bir projede o rolü oynamakta insana farklı bir sorumluluk getiriyordur herhalde. Bunu nasıl karşıladınız ve sizin projeye katılımınız nasıl oldu ?

Nilüfer Açıkalın: Zaten on yıldır bu projenin oluşması aşamasındaydım. Orhan’ın Şaban Aga ve annesi birlikte gelişen hikayesini sinemaya aktarmak istediğini çok iyi biliyordum. Onun ne yapmak istediğini bildiğim için onun anıları, onun sinema anlayışı doğrultusunda geliştirdiği o kurguya bende senaryoda yardımcı oldum ve destekledim. Benim yaptığım en büyük yardım diyaloglar konusunda oldu. Oyunculuk yaparken o kadar kolay konsantre olabiliyorum ki onu yapmak üzere dünyaya geldiğinizi hissediyorsunuz. Böyle bir konsantrasyon yaşarken projenin kişiselliği sizi etkilemiyor.

Film içinde Balkanlar’da anlatılan hikaye neredeyse Kusturika tadında balkanların kendi sinema dilini çok net hissedriyorsunuz. Öykü Türkiye’ye taşındığında ise filmin dili değişiyor, çok bize ait.

Orhan Oğuz: Şimdi, bunun belki nedeni benim de göçmen olmam. Doğal olarak yani… Kosavalı… Onun için o kültürler tabii ki benim de genlerimde var. Makedonya’da ki Türk halklarının davranış biçimleri, oradaki yaşam biçimleri, hayata bakışları beni çok ilgilendiriyor. Hatta hem ilgilendiriyor hem de içindeyim zaten. O davranış biçimlerini biliyorum, nasıl davranırlar onu çok iyi biliyorum. Yani o psikolojileri nasıldır, hayata nasıl bakarlar, bir taraftan da tabii ki Türkiye’nin yönetmeniyim. Türkiye’yi de çok iyi biliyorum ki Beyoğlu benim en iyi bildiğim yer. Yani yaptığım filmlerin yarısı Beyoğlu’nda geçiyor. Çünkü çocukluğum Beyoğlu’nda geçmiş. Ben Beyoğlu’nda büyüdüm. Onun için de o ilçe ayrımını fark etmişsinizdir. Gerçekten bunu farkederek yaptım ve fark edilmiş olmasından da çok hoşnutum açıkcası.

Nilüfer hanım role hazırlanırken nasıl bir çalışma içindeydiniz? Özellikle çok başarılı bir lehçe kullanımınız var.

Nilüfer Açıkalın: Ben zaten çalışma manyağıyım ve hayattan zevk almanın tek yolu bence çalışmak, yaptığın işe konsantre olmak. Çalışırsan bir şekilde sana geri dönüyor, muhakkak. Bu arada benim ailem de göçmen. Babam Üsküb’te doğmuş. Anneannem Manstır’dan gelmiş. Böyle bir toprak bağım da var, kan bağım da var, filmin dokusuyla ve yapısıyla ilgili. Zaten çocukluğumda kulağımda o kalan konuşma tarzı, vurgu biçimi ile ilgili bu. Ama yine de bize Mimar Sinan’da çok doğru ve düzgün bir dille konuşmamızı öğrettiler. Benim de nerdeyse böyle çok çok düzgündür Türkçem. Ama diyalog yapmak beni her zaman korkutmuştur ve her zamanda çok zevkli gelmiştir. Çünkü çok zor birşey ya o çok zor birşeyi doğru düzgün yapabildiğiniz zaman birşeyleri başarmış hissediyorsunuz. Bu role de yardımcı oluyor. Bunun dışında bütün bir hayata bağlı kulak dolgunluğunu bir tarafa bırakırsak, bu iki ay boyunca, çok ciddi olarak harfinden, noktasına, virgülüne kadar kağıt üzerinde başlayıp, sonra gerçek yaşama geçirdiğim bir prova süreci yaşadım. Bunda en büyük yardımcım da Üsküblü oyuncu Filiz Ahmet oldu. Filiz Ahmet bana çok büyük bir destek gösterdi bu filmde, yardımcı oldu lehçeyi o dili oluşturmamda.

Orhan Oğuz: Burda ben bir araya girebilir miyim Nilüfer’le ilgili. Ben bile bazı sahnelerde şaşırdım. Ya Nilüfer diyalekti zaten çözmüştü. Çünkü annesi öyle konuşuyor, anneannesi de, akrabaları da öyle konuşuyorlar. Nilüfer çok yakın olduğu için dile onu halletti. Fakat, benim şaşırdığım şuydu, yani Nilüfer’de gerçekten bir göçmen kadın tavrı da var. Yaptığı o mimiklerde mesela bir sahnede çocuğuna “hayde hayde hayde yat” deyişi var ki çok gerçekçiydi. Orda çekimde ben çok şaşırdım. O vücut devinimleridir bir göçmen kadının. Onun için filmi izlerken de montajını yaparken çok mutlu oldum.

Oynarken canlandırdığınız karakter için “bu benim yönetmenimin annesi” dediniz mi?

Nilüfer Açıkalın: Yok baskı oluşturmadı. Çünkü zaten oyuncu olma meselesinin en dibinde yatan şey o karakterle özdeşleşmek. Karakterle özdeşleşirken ne kadar çok onunla ilgili bilginiz olursa bunu daha bir güvenle oynuyorsunuz rolünüzü. Eğer hayali bir karakteri oynuyorsanız, yani çevrenizde hiç olmayan veya size hiç benzemeyen birini oynuyorsanız o zaman da yine gözlemler ve o karaktere nasıl yaklaşabilirim yolunda yapılan alıştırmalar oluyor. Bu anlamda ben sadece Saadet rolüne yoğunlaştım. kendisiyle bir derdim oldu, onunla bir kavgam oldu, çatışmam oldu vaya onunla uğraştım. Diğer faktörler de sadece bana yardımcı olan faktörlerdi. Göçmen kültürünün temelinde var olan o terbiye, o saygı, o açık sözlülük, sözünden dönmeme halleri, onlar zaten yapımda da var olan şeyler. Çalışırken de bunu yansıtıyorsunuz. Hiç bir zaman zararını görmedim.

Filmin hikayesinde yer alan göçmenlik aslında . Kahraman Balkanlar’dan da, Van’ın bir ilçesinden de gelmiş olabilir. Filmde öyle bir evrensellik de var.

Orhan Oğuz: Şimdi aslında benim tabii bu kişisel bir film olduğu için çocukluğumdaki esintiler, yani filmin %50 sini falan kapsar gerçekler. Onun dışında sinematogratik bir kurgu, sinematogtatik bir senaryo çalışması. O anlamda filmi oluşturmak gibi duygular. Fakat benim bu çocukluğumdaki eskilerde neler beni etkilemiş diye düşündüm, yani bu filmi oluştururken bunlar niye beni etkilemişti. Çünkü ben dedeme tekme atmışım ben mesela. Ben orda tekme atmışım kapıda oturuyor diye. Bütün arkadaşlarıma rezil oldum diye. Mesela o sahne bütünüyle gerçektir. Tabii Ben burda Şaban Aga’yı gözümde büyüttüğüm gibi anlattım. Aslında Şaban Aga’nın o dramatik hallerini çok fazla içinden vermedim. Onun gerçek hayatımızda aile içinde suskun kalması daha da acıklıydı. Bununla acitasyona gerek yoktu yani. Çünkü insan çocukluğunda gördüğü her şeyi anlatmak zorunda değil. Toparlayıp bir estetik anlamda anlatmak duygusu önemli eğer sanatçıysanız. Yoksa gerçek Şaban Aga’nın hikayesi ve hikayesinin finali çok daha dramatik. Yani, Şaban Aga bö yleydi. Konuşmamıştı, hep durmadan gitmek istedi. Yani filmde bir kere gördük valiziyle hatırlıyorsanız, halbuki gerçekte her gün, her sabah uyanıyordu, valizini hazırlamış kapıya dikiliyordu memleketine dönmek için. Çünkü o toprağa gitmek isteme duygusunun altında Makedonya’dan balkanlardan bir göçe zorlanmış insanlar yüzyıllardır. Hep göç, hep göç. Korkuyor ordaki topraklarından ayrı kalacak diye. Yaşlılarını mümkün değil getiremezsin. Çünkü ordan gitince bir daha topraklara dönememe psikolojisi var. Ben bunu çekimde bile hissettim yani Şaban Aga’yı canlandıran Şevket Emrulla’yı aldık geldik buraya. Beyoğluna koyduk.

Nilüfer Açıkalın: Saatleri sayıyordu …..

Orhan Oğuz: Yani böyle hep bekliyordu gün dolsa bir şekilde. Burada ölür kalırmıyım duygusunu bir şekilde yaşıyordu Şevket bey .

Sizin için bu kadar kişisel bir projeyi çekerken öyküye uzak durduğunuzu da hissediyoruz.

Orhan Oğuz: Benimde işte yapmak istediğim buydu. Bu duruma sadece dışardan objektif bakılabilir. Yoksa film olmaktan çıkar her şey.

Sonuçta beş projede de berabersiniz. Bunun üç tanesi sinema projesi. Kilit oyuncu da olabilirsiniz belki Orhan bey için. Bu birlikteliğiniz projeye nasıl bir artı katıyor?

Orhan Oğuz: Benim için bu soru gerçekten çok önemli ve kendimi ben yönetmen olarak biraz şanslı hissediyorum. Çünkü en azından benim bir kadın oyuncum var, o beni çok iyi anlayabiliyor ve hazır. Bir kere böyle bir şansım var. İkincisi Nilüfer gerçekten çok profesyoneldir. Bunu söyleyelim. Biz filme başladığımızdan itibaren ayrı yerde kalıyoruz. Aynı evi bile paylaşmıyoruz. Muhakkak ayrı yerlerde kalıyoruz ve bu Nilüferin tercihiydi. Önce bir düşündüm ben nedir diye ama sonra neticeler sonucu çok hak verdim. Nilüfer ayrı bir yerden sete bir oyuncu olarak geliyor. Bende ayrı bir yerde yaşayıp kafamdan filmimi geçiriyorum ve sette buluşuyoruz. Aramızda bir yönetmen ve oyuncu ilişkisi vardır. Bu çok sağlıklı bir durum. Onun için filmlerimizde böyle bir şeyi yapıyoruz, bunun da yararını görüyorum ben. Yani çok profesyonel ve böyle olmalı diye de düşünüyorum.

Zaten bir çok yönetmenin kült oyuncusu vardır ve bunu biliyoruz. O sanatsal ilişki, o birbirini anlama durumu filme çok şeyler katar.

Nilüfer Açıkalın: Sinema oyunculuğu yapmak benim çok önemsediğim bir şey. Özellikle sinema oyunculuğu yapmak için biraz televizyon dizilerinden uzak kalmışlığım vardır. Gerçekten sinemada farklı bir sonuç verebilecek oyuncularla çalışmak yönetmenlerin sevdiği bir şey anladığım kadarıyla. Orhan’ın mesela öyle sevdiği oyuncuları var. Bana da böyle bir şey kısmet oluyorsa ne kadar güzel. Ben canla başla rolümü oynarım her zaman.

Filmde İstanbul’a bir bakış da var. Sizin eski filmlerinizi de düşündüğümüz zaman şöyle bir şey oluyor. İstanbul’a bakışınız çok naif değil. Daha gerçekçi ve belki de biraz daha karamsar bir yaklaşım.

Orhan Oğuz: Şimdi, bu çok doğru. Bu biraz Beyoğlu’nda büyüdüğüm için aslında. Beyoğlu’nun içinde yaşadığın zaman gerçekten biraz karamsar oluyor insan herhalde. Yani Beyoğlu’nu başka biri anlatsa, dışardan biri anlatsa, belki yüzeysel olarak renkliliği, o hareketliliği, gösterecektir. Fakat ben bunun içinde yaşadığım için bundan kurtaramıyorum kendimi. O kaosu hissediyorum, hep onu görüyorum, yaşadıklarım, hepsi o. Beyoğlu’na gerçekten objektif olarak bakarsanız dışardan çok renkli, hareketli ama içine girdiğiniz zaman mecburen o kaosu görüyorsunuz ve zaten filmde de Şaban Aga’nın kaosu oluyor. Olması da çok doğal yani. Doğadan birini alıp getirirsen onun için Beyoğlu öyle bir yer olur.

Sizin daha başka projeleriniz var mı ?

Nilüfer Açıkalın: Ben oyuncu olarak kendimi daima ruhen ve zihnen hazır tutuyorum. Sürekli olarak spor yapıyorum, şimdi ileri derecede yoga yapıyorum. Şu anda herhangi bir şey için özel olarak hazırlanmıyorum. Ama çok yakında sanıyorum bir dizi ve filmi projesi olabilir.

Özellikle 80’lerde Türk sinemasındaki kadın oyuncularda feminist hareketin baskın olduğu dönemdi. İşte bir kaç ismin ürettiği filmler vardı. 90ları geçtik ve 2000’lerdeyiz. Günümüzde kadın oyuncularda bu anlamda bir geri adımın olduğunu söyleyebilir miyiz

Nilüfer Açıkalın: Şimdi kadın hareketi sinemada eskisi kadar baskın değil. Yani kendi açımdan, nacizane gözlemlerim açısından söylüyorum, erkekler kendi meselelerini anlatmaya ve bunu baskın bir şekilde anlatmaya başladılar. Çünkü her yerde olduğu gibi aslında kadınlar çok önemli bir noktada duruyorlar ama erkek hegomonyası ve o gücün onların elinde olması tabii kendi hikayelerini anlatmalarını sağladı. Kadın yönetmenlerde var aslında ama onlar da bir şekil de erkek hikayesi anlatıyorlar. Şimdi bu yeni neslin genç oyuncularıyla beraber bir kadın meselelerini daha iyi, daha derinden algılama sürecine girilecek diye tahmin ediyorum. Ama ivmeye bakılırsa sizin sorunuz doğrultusunda günümüze gore o zaman fazlaydı. Artık o ivmenin kadınlara dönmesi gerek, sinemada kadın meselelerini ele almak gerekiyor.

 

1967 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyal Antropoloji Bölümü'nü bitirdi. Erol Simavi Vakfı Gazetecilik Bursu'nu kazanıp iki yıllık eğitimden sonra Hürriyet Gazetesi'nde istihbarat muhabiri olarak mesleğe başladı. 1992 yılında Hürriyet Yazıişleri'ne geçti. 1993'te Spor Gazetesi'ni kuran grupta yer aldı. 1996'da Hürriyet Yazıişleri'ne döndü. 1999'da Star Gazetesi kuruluşunda bulunmak için Hürriyet'ten ayrıldı. 2000-2001 yıllarında Almanya'da Star Gazetesi'ni çıkaran grupta Yazıişleri Müdürlüğü yaptı. 2002'de Türkiye'ye dönüp Star Grubu'na bağlı olan ve yeniden yayımlanan Hayat Dergisi'nde görev aldı. Hayat Dergisi'nde ve Star Gazetesi'nde sinema eleştirmenliği yaptı. 2004 yılında Star Gazetesi Yazıişleri Koordinatörlüğü görevine getirildi. Halen Star Gazetesi İnternet Yayın Müdürlüğü ve sinema eleştirmenliğini sürdürmektedir. Star Gazetesi, Kral Müzik Dergisi ve internette çıkardığı Cinedergi'de sinema yazıları yayımlanmaktadır. 2007 yılında "Türk Sineması'nı Yönetenler" adlı yönetmenlerle yaptığı röportajları kapsayan bir kitap çıkardı.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.