1945’te Hiroşima’ya atom bombası atıldıktan sonra 620 kişilik bir okuldan hayatta kalan tek çocuğun 60 yıl sonra söylediği bu söz acının bitmediğinin kanıtı. Peki böylesi bir katliamı dünya nasıl hatırlıyor? Veya nasıl hatırlamalı?

“Zamanın Ruhu” köşemiz dönemimizin iki yüzlülüklerini ortaya çıkaran filmlere büyük saygı duyar. Bu tür filmlerin ülkemizde seyredilmesi veya bunlara ulaşılması gerçekten zor. Ama bu sefer öyle bir film işledik ki sizin için, tam bir bomba. Bomba film, iki tane atım bombasının kavurduğu insanların hikayesini anlatıyor. 2007 yapımı “Beyaz Işık / Siyah Yağmur: Hiroşima ve Nagazaki’nin yok edilişi – White Light / Black Rain: The Destruction of Hiroshima and Nagasaki” Steven Okazaki’nin 86 dakikalık bir belgeseli. İkinci Dünya Savaşı’nda Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarından sonra hayatta kalan 14 Japon ile bombalama olayına karışmış 4 Amerikalı’nın anıları, resimleri, o dönem çekilmiş dökümanter filmleriyle dörtdörtlük bir belgesel. 6 Ağustos ve 9 Ağustos’ta sivil insanlara karşı yapılmış bu hain saldırının öyle ayrıntıları var ki bunların unutulmasına asla izin verilmemeli. Nedense Japonya’ya atılan atom bombaları söz konusu olduğunda insanlarda bir tepkisizlik ve alttan alta bir hak verme yaşanır. Sanki bu bombalar insanların üstüne atılınca İkinci Dünya Savaşı bitmiş gibi. Veya savaşın bitmesi için bu bombaların mutlaka atılması gerektiği gibi gerçek olmayan bir inanış var. Tabii bu kendi suçunu örtbas etmek isteyen ABD’nin bütün dünyanın beynini yıkama taktiğinin bir sonucu. Filmin bütün sahneleri birbirinden çarpıcı ama ilk sahnesi bence en önem verilmesi ve konuşulması gereken bölümlerden. Filmin açılışında Japonya’nın bugünkü halinden görüntüler var. Hiroşima’nın kalabalık sokaklarında gencecik insanlar yürürken ekranda şöyle bir yazı çıkıyor. “Japon nüfusunun yüzde 75’i bombalama olayından sonra doğmuştur.” Daha sonra kamera gençlere yanaşıyor ve şu soru soruluyor. “6 Ağustos 1945’te ne olmuştu?” Gençler ne cevap veriyor biliyor musunuz? Gülüşüyorlar ve “Deprem mi olmuştu, bilmiyoruz” diyorlar. Böyle birkaç genç Japon’a daha bu soru yöneltiliyor ve hiç biri bilmiyor, hatırlamıyor o tarihte ne olduğunu. İşte beyni yıkanmış, kendi tarihinden uzaklaştırılmış, gerçeklerle bağları kopartılmış ve beyinleri Batı medeniyeti tarafından kültürel bir sömürge haline getirilmiş genç Japonlar. Bu arada Türk ulusunun gençleri de aklıma geliyor. Ve ister istemez bu sömürgeleştirilmeyi yaşadıklarımızla karşılaştırıyorum bizim gençlerimiz adına.

Daha sonra kamera o günleri bütün acılarıyla yaşamış ve hayatta kalmış kurbanlara geçiyor. 14 Japon acı dolu hikayelerini, mahvolmuş vücutlarını göstererek anlatıyorlar. Açıkçası hem onların görüntüleri hem de bomba atıldıktan sonra çekilen dokümanter filmleri seyretmek için yürek ister. Suratları erimiş insanlar, elleri ayakları kavrulmuş çocuklar, göğüsleri erimiş, kulakları kopmuş gencecik kızlar ve tabii acı ötesi hayatta kalma hikayeleri.

“Yıllarca bu anılarımı konuşmaktan korktum. Bütün ailemi o bombalamada kaybettim. 620 öğrencinin okuduğu okulun tek sağ kalan üyesiyim. Ve hep kendime sordum. Ben niçin hayattayım?” İşte bu sözlerle ilk kurban kameraya çıkıyor. “Ben niye canlı kaldım sorusunu yönelttiğim insanlar beni anlamadı” deyip gözyaşlarına boğuluyor.

Diğer bir Japon kadın şunları söylüyor. “O dönemden aklımda kalan, korku, saklanma ihtiyacı ve yaşam ile ölüm arasında seçim yapma mecburiyeti. İlk olarak küçük bir ışık gördüm. Daha sonra o alev topuna döndü. Herkes mantar biçiminde bir buluttan bahseder. Ama bizim gördüğümüz ateşten bir sütundu. Hepimizi aldı götürdü. Evde annem babam ve kardeşlerimle beraber oturuyorduk. Ev içine doğru çöktü. Kendime geldiğimde küçük kardeşimin ağlayışını duydum. Anneme seslendim ama cevap alamadım. Sonra ayağa kalkıp yıkılmış duvarlardan geçtim. Tam ayağımın dibinde gözleri yanmış ve ağzında bir tek altın dişi kalmış bir iskelet vardı. Birden annemin o altın dişini hatırladım. Yerdeki annemden arta kalandı. Kardeşime bağırdım, annemi buldum dedim. Ve ikimiz korkarak cesede baktık. Önümüzde iki seçim vardı. Ya yaralarımızla yaşamayı seçecektik veya ölümü. Kardeşim kendini bir trenin altına attı. Bense yaşamı seçtim, taşıdığım bütün acılara rağmen.”

Bu hikayeler böyle akıp gidiyor, her biri birbirinden acı. Üstelik kurbanların vücutlarında bıraktıkları yara izleri ruhlarında bıraktıkları kadar derin.

Peki bu bomba niçin atıldı? Wikipedia’ya girdiğinizde ve “Hiroşima’ya atom bombası saldırısı” yazdığınızda karşınıza şu cümleyle başlayan bir metin çıkar: “Hiroşima’ya atom bombası saldırısı; İkinci Dünya Savaşı’nın son aşamasında 6 Ağustos 1945 saat 08:15’te Amerika Birleşik Devletleri’nin Uranyum-235 tipi atom bombası “Little Boy” (Küçük Oğlan) ile gerçekleştirdiği insanlığa karşı toplu katliamdır.”

Wikipedia’nın en doğru sayfası diyebilirim bu tanımlama için, “İNSANLIĞA KARŞI TOPLU KATLİAM”

Japonya 10 Temmuz 1945’te Yüksek Savaş Yönetimi Kongresinde Sovyetler Birliği aracılığıyla mütareke yolunu aramak üzere Fumimaro Konoe’yi özel elçi olarak yollamayı kararlaştırarak Sovyetlere teklif etti. 17 Temmuz 1945’te Almanya’nın Potsdam kentinde müttefik liderleri Harry S. Truman, Winston Churchill ve Josef Stalin’in katılımıyla Potsdam Konferansı açıldı ve ertesi gün Sovyetler Birliği Japon özel elçinin yollanmasını reddetti. 26 Temmuz 1945’de Müttefikler “Potsdam Demeci” ile Japonya’yı teslim olmaya çağırdı. Ancak ilanın taslağında var olan İmparatorluk sistemin korunmasına dair madde kaldırıldığı için Japon Başbakanı Kantaro Suzuki Potsdam Demecini kabul edemedi. Böylece Japonya’nın teslim isteği geri çevirmiş oldu. Bunun amacı iki çeşit atom bombasının etkisini canlı insanların üstünde denemekti. Amerika Birleşik Devletleri Hiroşima’daki katliamından sadece üç gün sonra 9 Ağustos 1945 saat 11.02’de Nagazaki’de Plütonyum-239 tipi atom bombası “Fat Man” (Şişko Adam) ile ikinci katliamı gerçekleştirdi.

 

Filmdeki kurbanların hepsi bir konuda aynı şeyleri söylüyorlar. “Hiç hava saldırısından korkmazdık. Başka şehirler bombalanır ama Hiroşima’da bombalama yaşanmazdı. Hatta bazen uçakları görür ve onlara el sallardık, taa ki 6 Ağustos’a kadar.”

Hiroşima ve Nagazaki’nin daha önce bombalanmamasını araştırdığımızda ulaştığımız sonuçlar mide bulandırıcı.

 

Saldırı yerlerinin seçilmesi ve şartlarıyla ilgili ulaştığımız bilgiler: Bombalı saldırı yapılmadan önce ABD, Japonların hayat ve hareket tarzlarını araştırarak onların en çok dışarıda oldukları saati saptamış ve saldırı saatini sabah 08.15 olarak kararlaştırmıştı. Bu yetmezmiş gibi atom bombasından önce bu şehirlere hava akını yapılmayacağı kararlaştırıldı. Böylece sivillerin kendilerini korumak için barınaklara saklanmaları engellendi. Belgeselde hayatta kalan kurbanların daha önce hava akınına uğramadıklarını söylemelerinin sebebi bunlar işte.

Bütün bunlardan sonra birinci elden bu filmi seyrederek gerçekleri kendi yargılarınızla test etmenizi öneririm. Ne ABD’nin yaptığı açıklamaları ne de internet sitelerinde bulup buraya taşıdığmız bilgileri tam anlamıyla doğrulama şansımız yok. Onun için bu belgeselde ilk elden o bombalamadan sonra hayatta kalmış kurbanların sözlerini dinleyin. Onlar en doğrusunu bize söylüyor. 1945’in ruhlarının fısıltıları tamamıyla gerçek ve acı.

 

Batının karanlık maskesinin bizi ilgilendiren bir yönü daha var. 1914 yılında yaşandığı söylenen sözde Ermeni soykırımına bütün dünya bu kadar destek verirken 1945’te neredeyse sözde soykırımdan 30 yıl sonra yaşanan ve günümüze çok daha yakın olan atom bombasının sivillerin üstüne atılmasına insanlar nasıl tepki vermez? Niçin bütün Batı dünyasındaki ülkelerin en ünlü meydanlarında yaklaşık 350 bin sivilin ölümüne sebep olan bu faciayı hatırlatmak için heykeller konulmaz da sözde Ermeni soykırımının şüpheli anıtları yükselir? 140 bin kişi Hiroşima’da, 70 bin kişi Nagazaki’de, daha sonrada 160 binden fazla insan atom bombasının bıraktığı radyasyon sebebi ile ölmüşken ABD kendini nasıl sorgulamaz? Böyle bir ikiyüzlülük yaşanırken biz nasıl Batı’ya inanalım? Bu belgesel kürdanın arkasına saklanan fili görmeniz için bir şans. Ne kadar yaşama zevkimizi ve doğrulara olan güvenimizi sarssa da.

 

 

1967 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyal Antropoloji Bölümü'nü bitirdi. Erol Simavi Vakfı Gazetecilik Bursu'nu kazanıp iki yıllık eğitimden sonra Hürriyet Gazetesi'nde istihbarat muhabiri olarak mesleğe başladı. 1992 yılında Hürriyet Yazıişleri'ne geçti. 1993'te Spor Gazetesi'ni kuran grupta yer aldı. 1996'da Hürriyet Yazıişleri'ne döndü. 1999'da Star Gazetesi kuruluşunda bulunmak için Hürriyet'ten ayrıldı. 2000-2001 yıllarında Almanya'da Star Gazetesi'ni çıkaran grupta Yazıişleri Müdürlüğü yaptı. 2002'de Türkiye'ye dönüp Star Grubu'na bağlı olan ve yeniden yayımlanan Hayat Dergisi'nde görev aldı. Hayat Dergisi'nde ve Star Gazetesi'nde sinema eleştirmenliği yaptı. 2004 yılında Star Gazetesi Yazıişleri Koordinatörlüğü görevine getirildi. Halen Star Gazetesi İnternet Yayın Müdürlüğü ve sinema eleştirmenliğini sürdürmektedir. Star Gazetesi, Kral Müzik Dergisi ve internette çıkardığı Cinedergi'de sinema yazıları yayımlanmaktadır. 2007 yılında "Türk Sineması'nı Yönetenler" adlı yönetmenlerle yaptığı röportajları kapsayan bir kitap çıkardı.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.